Sen bisikletle çıplaklar kampına daldın mı hiç? Ben daldım billahi... Anlatıyorum bak dinle ama cıbıl fotoğraflar göreceğini bilerek başla.
26 Haziran 2015 sabahı Bratislava'dan ayrılıp yola koyulduk. Hedefimiz Györ... Györ, Macaristan'da...
Hay anasını ya! Tam şehirden çıkarken yine bir yol inşaatı denk geldi, bak şimdi ya!
Neyse yine atlatıp devam ettik ve acayip bir şey gördük. Ulan, gelişmekte olan ülke adı altında aslında az gelişmiş ülkenin taze soğanı olmak ne feci... Üst geçitteki bisiklet yoluna, uzay istasyonu görmüş gibi bakıyoruz.
Bratislava çıkışında dere boyunca fıtı fıtı pedal çevirirken,
-tabii orada dere dediğimin Tuna olduğunu anla sen- yol kenarındaki haritadan yerimize bakıyoruz.
Şimdi sana önemli analizimi aktarıcam, ta ta ta taam! Bak eğer böyle bir bisiklet turuna çıkmaya niyet ediyorsan, bizi en zorlayan şey şimdiye dek ne oldu biliyor musun?
Şehir merkezinden çıkıp EuroVelo'ya bağlanmak! Ay billa bak gülme. Buna önlem olarak yapılacak tek şey, gece uyumadan evvel, ertesi sabah şehirden çıkacağın yolu haritadan iyice bellemek. Sabah, hem bisiklet sürüp harita okumak öyle kolay değil. Ne kadar az durursan, sinirin de o kadar az zıplıyor.
Fakat sinir zıplamasına da, kıç baş oynamasına da değiyor sonuç... İşte Bratislava çıkışındaki bisiklet otobanı...
Bisiklet otobanı diyorum ben buradaki yola.
Çünki iki otomobilin yan yana geçebileceği kadar geniş,
çift şeritli ve etrafı da cillop gibi manzaralı bir yer burası...
Yani EU ya da Slovakya, şehrin çıkışına bisiklet yolu yaparken basmış parayı, kıymış zamana, şahane bir şey olmuş...
Anam biz böyle vay vıy diye diye yola methiyeler düzerken ay bi de sağ tarafta enfes bir göle denk gelmedik mi?
Geldik!
E göle denk gelip üzerinde küçük de bir ada görünce yoldan içeri göle doğru sapmadık mı? Saptık!
Bak bu da gölden içeri sapma videomuz. Tıkla tıkla... Acayip sürpriz var bak şimdi.
Biz bi dikkatli baktık ki, aaa, gölde çimen, güneşlenen, dolanan, eşinen, kazınan kim varsa ayyyy bismillah, kız hepsi çıplak değil mi?
Çıplak!
Hiç bozuntuya vermedik. Bisikletleri bi ağacın dibine bırakıp, kafada kask, bunların tam arasından geçip indik, gölün ortasındaki minnak adaya çıktık. Geçiş sığ, yürü, geç...
Öyle bi rahat davranmaya çalışıyoruz ki, anam biz Salacak'ta Kız Kulesi'ne karşı hep böyle çimeriz ha, gibi bi takım hâller getirdik.
Fakat kardeşim işte ne kadar, yok dünyayı geziyorum, yok tonlarca kültür görüyorum falan da olsa, Ortadoğuluyum işte, ne bilirim ben çıplaklar kampı, illaki fotoğraflarını çekmeye çalışıyorum.
Çekerim! Soyunmasalarmış! San Francisco'da da bütün bir gün dolanıp Castro'daki çıplak eşcinselleri çekmiştim, hatırla! Hatırlamıyorsan oku bak onu da...
Bi ara bi baktım, bu çıplak dayılardan yüzü dönük oturanı aaa kalkmış bizim bisikletleri aşağı doğru indiriyor. Yusuf'a dedim ki, "Ay, bu herif cıbıl götüynen benim seleme oturursa ben daha kesseler binmem o bisiklete!"
Fakat ne hayvanım ben ya, meğer adamcağız benim velespiti daha güvenli olsun diye bize yakın yere indirmiş. Bi de öyle takım taklavat ortada, benim ona baktığımı görünce başparmağıyla bi OK çekti, bisiklet bende, merak etme dedi, ben de aynını ona yaptım, n'apim.
Of enfes bi maceraydı ya, bu Avrupa milletinin rahatlığına hastayım. Bak burası, o çift şeritli bisiklet otobanının sonundaki kafe... Kahveden çok bira içiliyor ama...
Bi Kingswood Apple Cider çaktım ben. Alkol oranı 4 civarında elmalı ve gazlı bir şarap bu. Bira değil, şarap. Ya da ne ise işte. Zaten sudan çok bunları içiyorum. Hem enerji, hem moral deposu.
Moral mühim, çünki taytlarımız pedli olmasına rağmen popolarımızın kemikleri inim inim inledi.
Aslında bu sorun bizde pek olmaz ama her gün binince, popo çivilerimizi zorladık epeyce. Sanki ilk kez biniyormuşuz gibi.
Seleye takılan jel kılıfım var ama İstanbul'da unuttum. Evet bu konuda tam bir şapşalım... Sık mola vererek ya da ayakta sürerek popoyu dinlendirmeye çalışıyorum.
Ayy, bak orman arasından giderken ne gördük... Gördüğümüz de yetmedi, Yusuf az ileride bunun yavrusunun tam üstünden geçti. Çok üzüldü ama ölmemiştir. Umarım.
Ve işte artık Slovakya'da değil, Macaristan'dayız.
Burası Rajka. Slovakya, Avusturya ve Macaristan üçgeninde...
Şeker bir yer. Evler mütevazı...
Bazısı biraz daha havalı. Çatıdaki güneş enerjisi sistemine dikkatini çekerim...
Rajka'da çok oyalanmadık. Bastık pedallara. Dunakiliti diye bir kasabaya doğru sürdük.
Allahım! Dunakiliti nasıl güzel bir yer sana anlatamam... Hani bir ekmek kapım olsa, dakka durmam gider oraya yerleşirim.
İndik tabii biz burada bisikletlerden, yayıldık suların kenarına... Yazarken bile içim eriyip akıyor.
Hiç kalkmak istemedim oradan...
Şu güzelliğe bak, sen olsan kalkar mısın?
Tuna kollarının kıyısına cennet yavrusu evler kondurmuşlar...
Nüfusu desen hepi topu 2 bin kişi kadar. Tam yaşanacak yer. İtiş yok, kakış yok, siyasi herzeler yok, terör yok... Anladın mı sen beni? Hah! Hayat böyle bir şey yani aslında...
Benim çocuklarım üniversitede okuyor. Evden her çıktıklarında, sana yemin ediyorum bak, akşam gelebilecekler mi diye endişe duyuyorum. Bırak, iş güç bulabilecekler miyi, eve dönebilecekler mi? Ölmeden, ite köpeğe denk gelmeden, bir bombanın kıyımına uğramadan, hıyar bir sürücüye kurban gitmeden... Biz de medeni ülkede yaşıyoruz he mi? Hadi canım...
İşte bu gibi sebeplerle, Ata ve Nil'in Türkiye'de bisiklete binmesi yasak! Ben varken olabilir... Yusuf ile her şımardığımızda bu kask ısırma hedesinden çektik...
Dunakiliti'den sonra yol zaman zaman küçük başka kasabaların içine dalarak Györ'e doğru devam ediyor...
Bütün evler güzel. Hepsinde bir estetik kaygısı var.
Aylardan vişne ayı ve yol kenarları dolu...
Şimdi bu fotoğrafa bakarken durup gülümsüyorum... İyi ki gitmişiz ya hu!
İyi ki leyleği havada görmüşüz! Soldaki elektrik direğinde oturan leyleğe bak...
Aaa, tam leyleğe bakarken pedalım düştü... Viyana'da monte ederken, dişlisini sıyırtmışız azıcık. Yusuf taktı yeniden...
Kasabaların, köylerin arasındaki ormanlık bölgelerden geçerken kuşlara ötme dersi verdik. Nasıl mı? Tıklayınız, bakınız efem...
Dediğim gibi, bunlara çok denk geliyoruz...
Arkası lavanta tarlası...
(Lavantayı şimdi uydurdum.)
İnsan bisikletli olunca, duymadığı sesleri duyuyor, koklamadığı kokuları hissediyor, kendini dinliyor... Bisiklet, uzun yolda, kendine göç etmek için enfes bir icat...
Macaristan aklımı alacak sanırım bu gidişle...
Hâliyle burada da mola veriyoruz. Zaten dert varmak değil, yolda olmak.
Yol sürprizlerle, yeni insanlar ve lezzetlerle dolu bir şey.
O dayıların arasına karışıp sodalı birer şarap da biz içtik.
Derken bu bacı saçlarını savura savura at üstünde geldi.
Az ötedeki yabani kara dut ağacına da selam çaktık...
O da parmaklarıma imzasını attı.
Ve en nihayetinde kazasız belasız Györ'e ulaştık...
Meydanı şöyle...
Bu da o meydanda çektiğim kısa video...
Bu da Györ selfisi...
Yoruluyoruz. Bugün 90 kilometre basmışız. Fakat hızımız düşük. Yata yuvarlana geliyoruz. Böyle iyiyiz, güzeliz...
Macaristan güzel, hem de çok... Budapeşte'sine vurgundum ve Ev Bezgini okurları en çok o yazıyı okudular şimdiye dek ama belli ki Macaristan'da görecek çoook şey var... O hâlde devam edelim... Yarın sabah Komarom'a gidiyoruz...
Ben bu yazıyı yazarken Selda Bağcan, Ah O Günler ile ince ince canıma okuyordu.
Salı, Kasım 17, 2015 tarihinde yazıldı.
0 yorum:
Yorum Gönder