İran'ı görmeseydim eğer, gözüm açık giderdim bu hayattan. Gördüm, yetti mi? Asla! İran aşktır, durmadan çağırır...
Sene 2016, aylardan şubat. Pegasus ile uçuyorum. Biletim bedava. Karşılığında, Pegasus'un uçakta dağıttığı dergiye İran yazısı yazacağım.
Uçak ekipmanım tamam. Şimdi havalanabilirim.
Uçakta başımı bağlıyorum. "Hieeyt, Üsküdar çocuğuyum len, kapamam saçımı başımı" diye manyaklık yapasım var ama henüz o kadar yürek yemedim.
İstanbul Sabiha'dan kalkan uçağım, 3 saat sonra Tahran'a iniyor.
Gitmeden evvel, İran'da couchsurfing yapmaya karar verdim. Bunun için İranlılar'a seslendiğim vakit, yüzlerce mesaj geldi ve ben bunların arasından sevgili Hakan'ı seçtim. İyi ki! Hakan'ın bundan sonra hayatımda nasıl bir yer edindiğini görünce sen de büyüleneceksin, tüylerin diken diken olacak. Ha, bu arada, İranlı çılgın çiftlerden swinger teklifi aldığımı da belirtmeden geçmeyeyim. Vay arkadaş, ne günlere geldik ya hu! Hani bizdik marjinal?
Hakan beni hava limanında karşılayıp kalacağım eve götürüyor. İran'ın kuzey kesiminde Türkmenler çok. Hakan da onlardan. Asıl ismi Hosein Aliaghdam ama o Hakan ismini kullanmayı tercih ediyor ve çok güzel Türkçe konuşuyor.
Sadece Hakan değil, hava limanından beri gördüğüm hemen herkes gayet güzel Türkçe konuşuyor. Soruyorum, nereden diye. Türk dizisi izliyorlarmış. Ulen biz o kadar Brezilya dizisi izledik, bi hola demeyi öğrenemedik. Lanet gelsin Türkler'in dublajdaki bu başarısına!
Limanda, İstanbul'da dolara çevirdiğim paralarımı şimdi İran parasına, yani Tümen'e döndürüyorum.
1 TL, 7 bin 612 Tümen, o da 76 bin 120 Riyal yapıyor. İran'ın para birimi Riyal ama gündelik hayatta kullanılan hep Tümen.
Uçak gece körü kalkıp sabaha karşı Tahran'a indiği için biraz dinleneyim diye evde bana yatak yapmışlar. Lan bu ne? Yatak dediği, yerde, halının üstünde bir battaniye. Meğer bunlar böyle yerde uyurmuş, döşeksiz.
Uy kemuklerum, uy yanlarum...
Uy kemuklerum, uy yanlarum...
Azıcık uyudum, uyandım. Bu kez kahvaltı faslı. Değişen bir şey yok. Yatak kalktı, yerine sofra kuruldu. Tabii yine yere.
Uy midelerum, uy sirtlarum...
Uy midelerum, uy sirtlarum...
Kahvaltıdan sonra doğru sokağa yollandık. Şehrin göbeğindeki Gülistan Sarayı'na gidiyoruz. İran İslam Devrimi'nden önce şahın yaşadığı yer burası.
Bunun için evvela metroya gittik.
İran'ın iş görür bir metro ağı var. Yalnız baştan belirteyim: Tahran=Bağcılar.
İran'ın iş görür bir metro ağı var. Yalnız baştan belirteyim: Tahran=Bağcılar.
Bağcılar'daki dostlarım alınmasın ama başkentte bir numara yok. Bet binalar, leş trafik, estetiksiz evler, o ney öyle lan!
Metrolarda kadınlarla erkekler ayrı ayrı oturacak diye bir kaide yok. Yalnız, en önde sırf kadınlar için bir vagon var, istersen ona binebilirsin.
Binmedim. İyi bok yedim. Bacağımı da öyle Balat bitirimi gibi öbür dizimin üzerine attığım için rahat göründüğümden, bu yanımda bekleyen pesfeng, kalabalık metroda bayağı bir hâllendi bana, fordçuluk yapmaya kalktı adi. Çemkirdim tabii, durur muyum! Kaçtı şerefsiz.
Sonra Gülistan'a vardık. Anam, burası bir acayip. 160 dönüm araziye kurulu, şehrin fakirlerinden izole, bambaşka bir kafa.
Sarayın kapısına varır varmaz, başladım ben laylaylom şarkı söylemeye. Biraz da merak ediyorum, höst diyen çıkacak mı diye.
E öyle ya, "Her yerde devrim muhafızları var, adamın kıçını kesiyorlar" diye korku dolu şeyler dinlemedik mi hep? Tıklayınız efem videoyu...
Geçtik sarayın içine. Buralar hep lüks. O zaman için öyle. Yani 1970'ler.
Şah, batıya özeniyor. Mobilyalar hep o türlü.
Ah ah, hikâye sert.
Gel bak.
İran'da şimdiki islam yönetiminden evvel, Pehlevi ailesinin monarşik idaresi var. Yukarıdaki yakışıklı bey, Şah Rıza Pehlevi oluyor. Zampik şah...
Şah, güzel kadınlar almaya doymamış. En soldaki ilk karısı Mısır Prensesi Fevziye. Ortadaki erkek doğurmuyor diye saraydan şutlanan ikinci karısı mahzun Süreyya. En sağdaki ise boy boy veletler doğuran, sarayın keyfini süren ama devrimle hayatı kararan Farah Diba. Yani bunlar bildiklerimiz. Benim bildiğim Şah, bunlarla yetinmemiştir.
Burada Hakancığım ile şah ve karıları hakkında gıybet ediyoruz. En çok Süreyya'ya acıyoruz tabii. Bir de ölen çocuklara... Tıklayınız reca ederim. Videodur bu.
İşte o çocuklar bunlar. Şahın ilk iki karısının güzelliği, bu Farah Diba'yı donunda sallar. Fakat! Farah da ne güzel isim kardeşim.
Saray çıkışı, İranlılar etrafımı sardı. İnanılır gibi değil. Bana âdeta star muamelesi edip illaki evlerine çağırıyor ve benimle fotoğraf çektirmek istiyorlar.
İyi de neden? Anlamaya çalışıyorum. Hiçbir açıklaması yok.
Aşırı misafirperverler ve bu ilgiyi hak etmek için bir şey yapmama ya da olmama lüzum yok.
Saray çıkışı bir şeyler zıkkımlanıyoruz. Acıktık. Bu, sebze çorbası. Biraz daha aşağıda bu çorbanın malzemesini göstereceğim.
Aha bu da hesap. Yukarıda kur verdim. Yap sen hesabını.
Bütün bir günü Gülistan'da yedik. Geri dönüyoruz. Gece İsfahan'a geçeceğim.
Metroda bu abi yanıma oturdu. Türkçe konuştuğumu bi duydu, iş orada bitti. Katiyen peşimizi bırakmadı. Israr kıyamet, illâki akşam yemeğine ona gidecekmişiz, dur hele yengeyi arasınmış, bize sofra kursunmuş. Abi dur, otobüsüm var akşama diyorum, anlamıyor. Zor kaçtık.
Hakan'a sordum. Dedim, "Cicim, adam niye o kadar ısrar etti?"
"Abla normal, misafirsin" dedi.
Ha, normalmiş. Tamam o zaman.
Ha, normalmiş. Tamam o zaman.
Burası kaldığım apartman.
Bunlar da daire kapıları.
Ruh darlatan kilitleri, güvenli ikametler diler.
Evden eşyamı aldım. Otobüs terminaline geldim. İsfahan'a gidiyorum.
Otobüs şirketinin adını görmelisin: Seyr-ü Sefer.
Beklerken yine Türkçe konuşan bu genç adamın ilgisine mazhar oldum. "Fotoğraf çekinelim mi" dedi. Dedim ki, "Gel anam çekinelim."
Çekinecek ne var? Hem alıştım artık.
İran'da otobüslerde koltuk sayısı az. Koltuklar dümdüz yatak oluyor. Ben de camış gibi yayıldım hâliyle. Bilet, bizim parayla 25 lira civarında.
Püskevit, meyve suyu falan veriyorlar. Yemem ben öyle paketlenmiş zırtık şeyleri ama aldım.
Yol 450 km ve beş saat kadar sürüyor. Günün ilk ışıklarıyla İsfahan'a giriyorum.
Yine CS'den bulduğum bir evde kalacağım. Muhammed Hicazi diye bir abi var, onun evine doğru gidiyorum.
Amanın bir gidiyorum, ev pek yaman. Muhammed Abi, İran halısı ticareti yapıyor.
Karısı Mahbube ile beni nefis karşılıyorlar.
Ev cayır cayır. Belli, abinin çok parası var, maşallah.
Şimdi sana bu İran evinden notlar aktarayım. İlki, çok bira içiyorlar. Dur zıplama hemen, alkol yok. Bak ne yazıyor? Sıfır...
Türk dizileri izliyorlar. Aman Ali Rıza Bey, tadımız kaçmasın.
Sofraları bol bereketli. Kahvaltılar bizimkilere benziyor.
Pilavı çok seviyorlar. Güllü, allı, dallı, safranlı, her çeşitli pilavlar yapıyorlar. Porsiyonlar bol kepçe.
Çayı şekersiz sevmiyorlar.
Zengin Muhammed Abi'nin evinin alt katında kapalı bir de havuz var.
İsfahan'ı gezmeye gideceğim diye rujumu sürüp, yalandan tesettürümü yapıyorum. Zaten İranlı kadınlar da öyle yapıyor.
Evin oğlu, pahalı spor otomobili ile beni Nakşı Cihan Meydanı'na bırakmak için direksiyona kuruluyor.
İsfahan'ın güzeller güzeli meydanı Nakşı Cihan için İranlılar, Nesfi Cihan diye bir de tamlama uydurmuşlar. Yani, dünyanın yarısı.
Devrimden sonra adını İmam Meydanı diye değiştirmişler. Kimsenin umurunda değil bu isim. Herkes Nakşı Cihan diyor. İmam, benim de umurumda değil. Ne devrimi, ne de imamı seviyorum. Çekilsin ayağımın altından.
Nakşı Cihan, 186 metreye, 530 metre ölçülerinde, her bir yanı revaklı koridorlardan oluşan, dört bir tarafında camilerle oluşturulmuş bir meydan. Dünyanın en güzellerinden. Çarşısında bilhassa bakırcılar, gümüşçüler, dokumacılar, taş baskıcılar var.
İranlılar çok zarif. Bu beyefendi, üniversitede İran Edebiyatı hocasıymış. Nutkum tutuluyor, zarafeti karşısında seçeceğim Türkçe, İngilizce, Farsça kelimeleri ararken, kayboluyorum.
Bu beyefendiler, İranlı meşhur mollalar. Hadi fotoğraf, diyorum, aybettin diyip şekil alıyorlar hemen.
Ah, bana şeker uzatan eline kurban olurum. Ben orada onun fotoğrafını çekiyorum, o telaşla cebinde arayıp bulduğu şekerlemeleri bana vermenin derdinde. Niye? Çünkü İranlılar'ın hepsinin ama bakın emin olun tamamının içi tepeleme paylaşma hissiyle doldurulmuş. İnsanı evvela kuşkuya düşürüp şaşırtacak kadar veriyorlar her şeylerini. Evlerini açıyorlar. Israr ediyorlar. Sizin için yoruluyorlar. Üstelik hiç tanımalarına gerek yok. En yoksulu, cebinden o şekeri çıkarıverirken, en varsılı gece yarısı evinin altındaki havuzu açıp "Hadi gel yüz" istersen diyor.
Artıyor, eksilmiyor. Taşıyor, dökülmüyor. Misafirin, bereketiyle geldiğine inanıyorlar. Devletin baskısı çok. İnternet kısıtlı. Instagram'da fotoğraf paylaşırken bile başörtüsü takmaya dikkat ediyorlar.
Anam, bu herifler ne böyle el ele? Bak billa homofobik falan değilim ama bunca baskısın olduğu yerde, bu kareyi kaçıramam.
Evlerde sürekli Türk dizileri izleyerek çatır çatır Türkçe öğrenen kadınlar gördüm. Farsça'ya heves ettim. Zaten onlardan devşirme o kadar çok sözümüz var ki!
Takside şoförün omzuna hafifçe dokunup "pencere lûtfen" diyorsun, hop pencere kapanıyor.
Benim ismim Farsça. Ardımdan "madam" diye seslenen satıcılara "Not madam, I am Banu" diyorum, ismim Farsça 'hanım' demek olduğundan, aynı satıcılara bir daha denk geldiğimde çarşının içinde adımı sesleniyorlar: "Banu! Banu! Banu!"
Ben ismimi severdim de bu kadar güzel seslenileceğini hiç bilmezdim. Çarşafı, Fatih Çarşamba'dan aldım. Çok evvelden aldım, İran'la ile ilgisi yok ama buraya da getirdim. Sakın buna bakıp İran'ı çarşafla gidilebilen bir ülke sanma.
Epeyce gezdiğimden artık iyice biliyorum, Nakşı Cihan gibi yerde susmak, usulca oturmak ve orayı iliklerine kadar hissetmek icap ediyor. Ben de öyle yapıyorum.
Amcalara sokuluyorum.
Dükkânlara girip çıkıyorum. Param yettiğince alıyorum.
Sohbetlerine dalıp fotoğraf çekiyorum.
Ve en nihayetinde İngilizce öğretmeni İhsan'a denk geliyorum. Ah canım İhsan, kulakların çınlasın... Benim güzel İranlı kardeşim.
Tklayınız reca ederim.
O günün tamamını İhsan ile geçirdim. Fotoğraflarımı çekti.
Beraber yemeğe gittik. Ismarlamak istedim, asla izin vermedi.
Naneli ayran içtik. Zaten nanesiz yok.
Sonra, kubbe altı akustiği ile insanın aklını alan Abbasi Camisi'ne geçtik. Ben söyledim, İhsan kaydetti... Tıklayınız cicim.
İranlılar'ın güzel bir huyu var, şarkı söylemeye bayılıyorlar ve bunu her yerde yapıyorlar. Sokaklarda, köprülerde şarkı söyleyene çok denk geldim. Nakşi Cihan'dan Hicaziler'in evine dönerken denk deldiğim taksici abi de şarkı isteğimi ikiletmedi. Hay ağzına kurban olduğum, canını severim senin.
Mahbube, nefis bir akşam yemeği hazırlamış. Bu İranlılar biraz deli. Neden mi? Bak anlatayım... Taarof diye bir gelenekleri var. Diyeceksin ki, nedir taarof?
Fotoğraflar, ertesi gün gittiğim Khaju Köprüsü'nden. O da İsfahan'da.
Taarof'u, fotoğrafların üzerine anlatıyorum. İyi oku, şaşırma :) Billa deli bunlar.
Mesela İran'da bir restorana gittin. Yemek yedin. Gittin kasaya hesap ödeyeceksin. Restoranın sahibi sana diyor ki: "Rica ederim, lütfen, kalsın..."
Adam senden hesap almamaya çalışıyor. Taksiye biniyorsun, şoför para almamaya çalışıyor.
Taarof, alttan almak diye açıklanabilir. Nihayetinde o hesap ödenecek ama alacaklı illaki almak istemiyormuş gibi yapacak, sen de ısrar kıyamet zorla o parayı ödeyeceksin.
Ulan kardeşim, ben ne bileyim taarof maarof, bir kere taksiciye para vermeden indim bu yüzden. Teşekkür ettim, yürüdüm. Ben ne bileyim, hangisi taarof, hangisi sahici...
Mesela bir keresinde de dolmuşa bindim. Cumhuriyet Meydanı diye bir yer var Tahran'da oraya gidiyorum. Parayı uzattım. Önde oturan aşırı bakımlı ve güzel kadın, "Yok istemez, ben ödedim" dedi. Türkçe de var ya bunlarda yarım ya da tam... Sordum, "Neden?" Cevap basit: "Sen misafirsin." Hay kurban olayım sizin cömertliğinize. Ruh hastaları ya :D
Bak burası Khaju Köprüsü. Zayanderud Nehri üzerinde, Khaju mahallesini, zerdüşt mahallesine bağlar.
Köprü 1650 senesinde açılmış. 130 metre uzunluğunda.
Dedim ya, şarkı söylemeyi çok seviyorlar diye. Su öylece akıyor, bunlar suya dalmış içli içli okuyor. Suyun sesinden, oğlanın sesi çıkmamış. Videosunu boşver o yüzden.
Ey kurban olduğumun çocuğu, bu nasıl bir güzelliktir ablacım? Gözünün içinden çıkan ışığa kurban olurum. Hiç üzgün bakmasın gözlerin dilerim. Kalben dilerim...
Bi de bunlar var. Turist olduğum çok belli ya, geldiler hemen yanıma. Sonra bir baktım, Instagram'daki konum bilgilerimden beni bulmuşlar, hâlâ da sıkı sıkı takip ediyorlar.
Sanki hepsi birer şair, feylozof. Sulara öyle içli, öyle derin bakıyorlar ki, kendi sığırlığından utanırsın.
Bu evlat da oturmuş orada bir şeyler çiziktiriyor. Fotoğrafını çektiğimi fark edince,
hop hemen poz veriyor. Kardeşim sen toplumunu ne kadar sıkarsan sık, İranlılar molla rejimine her türlü nanik çekiyor.
Evde içki yapıyorlar. Yasak olmasına rağmen her yerde dövmeciler var. Bunlar seçim afişleri. Seçim günü yakındı ben gittiğimde.
Hakan'a dedim ki, "E oğlum, halk bu yönetimi istemiyor, ama yine de istemediğiniz bir rejimle yönetiliyorsunuz. Kim seçiyor bunları o zaman?"
Bak bu da otobüs durağı. Ben severim böyle ayrıntıları. Sen de gör diye kayıyorum buraya.
"Abla güçlü değiller aslında. Dindar bir kitle var. Onların gücü ile geliyorlar, hepimizin hayatını şekillendiriyorlar" dedi. 2009 senesinde İran'da gençler ciddi ciddi sokaklara dökülmüşlerdi ve ay bak yazarken tüylerim diken diken oluyor, Nida diye bir kız vurulmuştu. Kız, İran'daki o ayaklanmanın simgesi olmuştu.
Bak Nida bu. Ne oldu? Öldüğüyle kaldı yavrucak. İran'da bir şey değişmedi.
Nida'nın fotoğrafını görünce aklıma geldi, hemen yazayım. İran'da burun estetiği yaptırmak çok önemli. Kendilerince bir burun modası var ve her kadın onu yaptırıyor. Burun iyileşse de aylarca bandaj burundan çıkmıyor. Çünki bu bir statü göstergesi. Ben burnumu yaptırdım, hıh, siz benim kıçımı yiyin bandajı o...
Khaju Köprüsü'nden yeniden Nkaşı Cihan'a gidiyorum. Amanın! Parkta bir köpek gördüm. Ulen, biliyorum, İran'da köpek beslemek yasak... Şiva diye bir kız ve keman sanatçısı sevgilisinin köpeği bu. Gizli bakıyorlar köpeğe. Şaka değil bak, polis görürse alır ve çat diye vurur gebertir hayvanı. İtlaf eder diye yumuşak kelimeler kullanamayacağım, canına yandığımın katil piçleri!
Buyur. Bu da o güzel köpekle çektiğim videom. Tıklayınız reca ederim.
Şiva ile kemancı oğlan beni meydana bırakıyor. Dünden de alışığım ya, eve gelmiş gibi şenim.
Oturdum, İsfahan'da zamanın usulca akışını izliyorum. Bunu sakın unutma gezmeye hâllenen kardeşim: Gittiğin yerde illaki bir dur! Fotoğraf çekeceğim, har har gezeceğim diye kudurma.
Tıkla bu videomu reca ederim. Anlatıyorum bak burada...
Bu kadın Azize. Üniversitede hoca o da. Aynı zamanda takı yapıyor.
Sergi açmış dükkânların birinde.
Satıyor.
Almam mı?
Bizim parayla, bir kolye ve küpesine 100 lira verdim. Aldım.
İsfahan'da şen dedeler var. Gidersen onlara sokul. Şiirler okuduk, şarkılar söyledik beraber. Sen de yap. Ah acaba hepsi hayatta mıdır?
Ve Hamit...
Annesi, babası ve kardeşleri ile geldiği Nakşı Cihan'da, kulağına şarkılar söylediğim o anlarda, birbirimizin dilinden hiç anlamadığımız hâlde aramızdan akıp geçen kalp deresini sana tarif edemem...
Hicazi ailesine teşekkürlerimi sunup İsfahan'daki evlerinden ayrılıyorum.
Yönüm yeniden Tahran...
İran'da kira sistemi bir acayip. Valla bak. Gel dinle.
Canımın içi Hakan ile buluştum yine.
Yine Gülistan'a gittik. Orada anlattı kira işini. Ağzım zaten faraş, iyice açık kaldı.
Şimdi mesela sen bir adamın evini ya da dükkânını kiralayacaksın, fark etmez...
Gidiyorsun adamla el sıkışıyorsun. İşte senelik 1000 lira para mesela...
Veriyorsun parayı. Giriyorsun gayrimenkule. Takılıyorsun 1 sene...
Eğer o sene sonunda çıkmaya karar verirsen,
mal sahibi, senden peşin aldığı 1 yıllık parayı geri veriyor...
"Lan deli misiniz, niye yapıyorsunuz bunu?" diye sordum...
Evvelce başka ülkelerde gezerken de idrak etmiştim, yine dank ediyor. Sen kıçını yırtsan, tıpkı gırtlak yapısı gibi, insanların kafasının bir çalışma biçimi var. İranlı senin yaptığına güler, sen İranlı'ya...
Bu aynalı sarayda fotoğraf çekmek yasak.
En sevdiğim şey: Yasak delmek!
Ay sarayda, üzerinde kan lekeleri olan bir koltuk var vitrinde.
İran'ın eski şahlarından Nasır El Din Şah, 1896'da bu koltukta otururken suikaste kurban gitmiş. Aha işte orada da yazıyor, bak üzerinde kan lekeleri var diye.
İnternette zaman zaman, İran şahının haremindeki bıyıklı kadınların fotoğraflarını görüp hayret edenler olmuştur.
Bu fotoğrafları sen de görmüş, ağzın açık layklar luyklar basmış, yorumlar yapmış olabilirsin.
O paylaşımlarda şöyle der: İşte İran Şahı'nın aşkından geberdiği karısı... Flaş flaş flaş! İran'da haremde kadınların bıyık alması yasaktı. O zamanlar, kadınlar bıyıklı sevilirdi...
Kardeşim! Gerizekâlılığın lüzumu var mı? Yok. Bu beyefendi Şah Nasreddin. Fotoğraflardaki hanımefendiler de oyuncu. Daha doğrusu, kadın kılığına girmiş erkek oyuncular. Kafası, zamanının bi milyon ötesinde çalışan Şah, iyi bakılmasa da memleketine tiyatroyu getirmiş, kadınların oynaması yasak olduğu için kadın kılığında erkeklerle o rolleri yoluna koyuvermişti. Şah aynı zamanda Avrupa'da görüp çok etkilendiği fotoğraf makinelerini de İran'a götüren adamdı.
At yalanı, öpiyim inananı.
Hah bak tam o sırada iki molla salına salına geliyor sarayın bahçesinde. Bu uzun boylu olan biraz daha normal davranıyor ama yanında bir bacağı aksayan pembe telefonlu molla var ki, evlerden ırak yarabbi!
Hazır bu dayıları bulmuşken, İran'da saç nasıl örtülür diye sorayım istiyorum. Hakan biraz endişe ediyor. Çünki, bir keresinde Hakan flört ettiği kızın elini tutmuş yürürken, devrim muhafızları gelip götürmüş bunları. Para cezasıyla yırtmışlar.
Buyrun, İran'da turistler nasıl örtünmeli konulu videomuz. Lütfen tıklamadan geçmeyiniz reca ederim.
Videoda da fark etmişsindir, görüntüye girmeyen ama yandan boğma rakı içmekten sesi kısılmış gibi konuşan birinin sesi geliyordu hep. Hah işte o, pembe telefonlu aksak ayaklı azgın molla. Taa çarşıya kadar peşimden geldi. Telefon numaramı istedi. Neymiş, İstanbul'a gelecekmiş. Ulan sen mi mollasın, ben mi mollayım diye çıkarıp buna pasaportumu salladım. Nur Banu Molla'yım ulen ben! Peşimi bırak diye çemkirdim.
Hakancım gerildi. Gözü hep arkada. Bakıyor ki, kuduz molla geliyor mu diye...
İranlılar mahcup halk. Bizden bazıları gibi ar damarları yırtılmamış daha. Bu çöplü ağaç dibini çekip yayınladığımı görseler, billahi yerin dibine geçerler.
Fakat yine de lüzumsuz bi manyaklıkları var. Bu hanımefendi, bizim Hakan yanına oturacak diye sanki kızgın demirle dağlanmış gibi bir itiraz etti ki, ay sorma gitsin.
Yemekte hep pilav var. Pilavı o kadar israf ediyorlar ki, bu ziyankârlık işlerine bakan bir Olympos tanrısı şimşeklerini çaktırırdı.
İnan onca pilav hep çöpe gidiyor.
Tahran'ın bir kapalıçarşısı var ama bir numara yok. Gitmedim dememek için gittim işte.
Çarşıdan aklımda kalan tek şey, makineden geçiriyip paketlenen yeşil sebzeler. Onlar sadece sebz diyor. Sebz, yeşil demek. Sonra onları çorba yaparken kullanıyorlar. Hani taa en yukarıda yeşil bir sebze çorbası içmiştim ya, hah, bu o. İçinde fasulye, kereviz, pırasa, aklına gelen tüm yeşiller var.
Sokaklar, her an poz verebilir İran'da. Yeter ki gör.
Sonracığıma, oradan Bulgar köylüsüne benzeyen altıgen kasketli bir oğlan çıkar ve şakır şakır Türkçe konuşmasına şaşarsın. İran'da Türkmen çok.
Hakan, İmamzade Salih'in türbesine götürüyor beni.
Türbede dayılar gıybette.
Bacılar istirahatte.
Ben itlik, köpahlıkta. Bu itlik köpahlık, bana nedense hep din temalı binalarda gelir. Ortodoks kilisesinde de kaşınırım, Hindu tapınağında da, türbede de... Değişmez. Ev Bezgini blogunu tutmaya başladığım yıllarda bu kadar değildim ama...
...dünyayı gezdikçe, başka başka dinler gördükçe, anladım ki hepsi çok değerli, hepsi çok kutsal, hepsi birbirinden çok saygıdeğer ve hepsi son derece mitolojik.
Ölü bir adamın türbesine yalvar yakar kapaklanmayı anlamam... Atina'da Yunan kardeşlerimin bir gün dirileceğine inandıkları Konstantin'in gelip İstanbul'u alacağına da.
Saçma!
Ama eşeklere inanırım mesela. Eşekler, bu dünyanın en çok zulüm gören ve en nefis varlıkları olmalarına rağmen, kıymetleri hiç bilinmez. Bari ben bileyim.
Bu da az eşek değil. Mehran. Onu o kadar seviyorum ki! Bizim Hakan'ın kuzeni. Tahran'da marketçilik yapıyor abisi ile. Anaları, bunlar çok küçükken ölmüş. Kendimi Mehran'ın annesi ilan ediyorum. Mehran'la sonra daha çook buluşacağız. Biliyorum. Komik velet.
İran'da alkol yasak ama gece evde şişeler çıkıyor. Hakan şarap yapmış. Başkaları da yapıyor. Ha diyelim gittin, canın bira çekti... Bazı telefonlar var, arıyorsun getiriyorlar. Ama kutusu bugünki parayla 50 lira...
Hem de Türk birası. "E, sınırdan nasıl geçiyor?" diyorum. "Polis de işin içinde, İran'da her şey yasak ama aynı zamanda serbest" diyorlar.
Hakan gözüne damla damlatıyor. Çünki kornea nakli yapılmış. Yaaa, sen misin evde haram üreten!
Ve İran'da son günüm. Tesettürüme bak, İranlı kadınlardan daha kapalıyım.
Dolmuşa binip Cumhuriyet Meydanı'na gidiyorum evvela. Niyetim, oradan Azadi Kulesi'ne dek yürüyüp şehri tek başıma hissetmeye çalışmak. Dolmuşta güzel bir İranlı kadın ücretimi ödüyor. Artık şaşırmıyorum, itiraz da etmiyorum, ne yapayım.
Ülkede yakında seçim var. Caddeler afişlerle dolu. İran için en güzelini diliyorum.
Tahran böyle bir yer işte. İyi bak. İranlı bile güzeldir demez.
Burası da kuleye giden ana caddelerden biri.
İranlı kadınların sağına soluna bakın. Ayrıntılarında, kadınlığa özgü en fetiş simgeleri görebilirsiniz. Bu ayaklar, yaşı 50'lerde bir hanımefendinin. İzin istedim, "Tabii çekebilirsin" dedi. Yok demezler ki.
Kule yolunda bu iki güzele rastladım. Yarım İngilizceleri ile dert anlatmaya koyuldular. Evvela inanamadım, sonra baktım, doğru anlıyorum. Tıklayınız reca ederim aşağıdaki videoyu.
Yaa, benden onları dövmeciye götürmemi ve anneleriymişim gibi yapmamı istediler.
Ulen iyi de nasıl olacak? Ben Farsça bilmiyorum ki! Yazdık hemen bir senaryo. Ben bunların Türk annesiymişim. Babalarından bunlar çok küçükken ayrılmışım. Tahran'a kızlarımı görmeye gelmişim, şimdi de onlarla dövmecideyim.
Ne var?
Neden olmasın?
Allah Allah!
İran'da aslında dövme yaptırmak da yasak. Fakat her yer dövmeci dolu ve bunların katiyen tabelaları yok. Dükkânlar binaların üst katlarında. Bilen biliyor, geliyor, buluyor, şakır şakır dövme yaptırıyor.Ne demiştik? İran'da her şey yasak ama her şey serbest... Öyle.
Kızım, sonradan bana mesaj atıp "Anne bak bakayım, dövmem sence biraz aptal mı yoksa güzel mi?" diye sordu. Senin ayağının bileğine, yalancıktan Türk anne bulan aklına, cesaretine kurban olurum çocuk. Dilerim bu ayaklar, sana dünyaları gezdirir... Güzel kızım. Özgür ruhlum.
Ve nihayet Azadi Kulesi'ndeyim.
İran'da o âna dek denk geldiğim kadınlar içinde en güzelini görüyorum. Kimdir bilmem, "Kız gel bir fotoğraf çektirelim" diyorum, katiyen ikiletmiyor. Erkek olsam, aşkına yanardım. Şah İsmail'in, İstanbul'a kaçırılan eşlerinin ardından cayır cayır yandığı gibi.
Azadi Kulesi, adından da anlayacağın üzere, özgürlüğü temsil ediyor ve kendisiyle aynı isimde bir alana dikili duruyor, taa 1971'den beri. Pers İmparatorluğu'nun kuruluşunun 2500. yılı sebebiyle yaptırılmış. Şehrin tam kalbinde. Önemli politik hadiselere tanıklık etmiş. İranlılar için anlamı büyük.
Mimarı, Hüseyin Amanat beyefendi. Ne karizmatik değil mi? Yaaa, biz İranlılar'ı ne sandık?
İran'daki en büyüleyici anlarımdan biri. Gün iniyor. Kulenin rengi ile akşamın alacası birbirine karışmış. İnananların sesi, Allah diye göğe yükselirken... Kitapların, iyilik, güzellik ve adalete ilişkin yorumlarla insanlığı en güzel çağa kavuşturması dileğimle yayınlıyorum bu videoyu.
Sonra biniyorum otobüse, doğru eve. Sırt çantamı yüklenip İstanbul uçağına doğru yola çıkacağım. Otobüste kadın-erkek ayrı uygulaması var. Oh mis gibi parfüm kokuyor bizim taraf. Adamlar o demir borudan bu yana geçemez. Ah hah çok komiğime gidiyor ama aynı zamanda çok da hoşuma...
Hoşça kal İran, ben senden gidiyorum ama bir o kadar da sendeyim...
Güzel çocuklar bırakıyorum ardımda. Onlar benim kardeşim artık, biliyorum.
Bileğinde benim sayemde yaptırdığı dövmesiyle gezen bir kızım var orada.
İsfahanlı Hamit var.
İhsan var.
İsfahanlı dedeler,
kubbesinin altında türkü söylerken kendimden geçtiğim Abbasi Camisi,
Khaju Köprüsü,
canımın içi Hicazi ailesi,
deli mollalar,
ve güzel kardeşim Hakan var orada...
Hoşçakal İran
"Yeniden merhaba diyeceğim güneşe
Gövdemde akan nehirlere
Bulutlar gibi uzayıp giden düşünceme
Benimle birlikte kuru mevsimlerden geçen
Bahçemdeki ağaçların hüzünlü büyümesine
Gecenin kokusunu hediye eden kargalara
Yaşlılık biçimim olan ve aynada yaşayan anneme
Tekrarlanan şehvetimle döllenen yeryüzüne
Yeniden merhaba diyeceğim
Geliyorum, geliyorum, geliyorum,
Saçlarımla: Yeraltı kokularının devamı
Gözlerimle: Karanlık tecrübesiyle
Duvarların ötesinden kopardığım dallarımla,
Geliyorum, geliyorum, geliyorum,
Ve aşkla dolu avluda bekleyen kıza
Yeniden merhaba diyeceğim."
-Füruğ Ferruhzad
Bulutlar gibi uzayıp giden düşünceme
Benimle birlikte kuru mevsimlerden geçen
Bahçemdeki ağaçların hüzünlü büyümesine
Gecenin kokusunu hediye eden kargalara
Yaşlılık biçimim olan ve aynada yaşayan anneme
Tekrarlanan şehvetimle döllenen yeryüzüne
Yeniden merhaba diyeceğim
Geliyorum, geliyorum, geliyorum,
Saçlarımla: Yeraltı kokularının devamı
Gözlerimle: Karanlık tecrübesiyle
Duvarların ötesinden kopardığım dallarımla,
Geliyorum, geliyorum, geliyorum,
Ve aşkla dolu avluda bekleyen kıza
Yeniden merhaba diyeceğim."
-Füruğ Ferruhzad
Bu şarkı da bu yazının olsun, e hâliyle...
Perşembe, Ağustos 08, 2019 tarihinde yazıldı.
Bana irani anlatma sen oraya nasıl gittin alayı yalancı
YanıtlaSilBen de senin maceranı anlatış şekline kurban olayım :)
YanıtlaSil