Çok sevgili arkadaşım Alp Buğdaycı'nın anısına yazıyorum bu kez. O olmasa, bu okuyacakların da olmazdı.
2014 yılından bu fotoğraf. Kuzguncuk'ta, eski parlak spikerlik günlerinden ve belgesellerdeki seslendirmelerinden çok iyi tanıdığın sevgili Alp ile buluşmuştuk. "Televizyon programı yapmalısın, muhakkak yapmalısın, bak seni nefis bi yönetmenle, Cengiz Özkarabekir ile tanıştırayım" demesiyle, Cengiz ile aramızda nefis bir dostluk başladı.
Ve kendimi 5 kişilik bu ekibin içinde Odessa'ya uçarken buldum.
Benim format önerim, Ev Bezgini, her bölümde bir arkadaşını ayartıp yola koyulur şeklinde iken, Cengiz "Hayır her bölümde bir ünlü ile gitmelisin" dedi.
Onun dediği oldu. Çünki o, çok deneyimli ve iyi bir televizyoncu, parlak bir yönetmen. Söz dinledim. İlk yol arkadaşım komedyen Alpay Erdem. Alpay'ı karikatürlerinden, tek kişilik gösterilerinden ve bisiklet tutkusundan bilirsin.
Maceranın uçuş sponsoru Ukrayna Hava Yolları. Şimdiye dek 8 bilet vermişlerdi. Bu seyahatle birlikte 18 bilete ulaştılar. Önlerinde eğiliyorum. Türk hava yolu şirketlerinin yapmadığını yaptılar, inandılar, sevdiler, verdiler. Beni onlara takdim eden sevgili arkadaşım Müveddet Uçarer'in de gözlerinden öpüyorum. Kanatlarınız hep yükseğe açılsın.
Limanda bir transfer aracına atlayıp kalacağımız otelin yolunu tuttuk.
Bagaj tepeleme ekipman dolu. Işık, kamera, mikrofon, bir daha kamera ve hattâ bir daha. Cengiz ne var ne yok getirmiş.
Bu Serkan Çebi. Cengiz'in ekibinden iyi bir kameraman, tatlı bir yol arkadaşı.
Alpay zaten benim kuzum. Çalışkandır, cömerttir, iyidir. Komiktir de. Değişik bi komikliği vardır onun. Seveni çok sever. Diğerleri bi türlü ısınamaz. Ben ilk gruptanım.
Otele geldik. Vintage Hotel burası. Pek güzel.
Oh, odam mis.
Odessa'yı çok seviyorum ben. Kim tavsiye istese, "A düşünme anacım, vizesiz, ucuz mu ucuz, güzel mi güzel, mis gibi şehir" derim hep. Nazlı kızım Odessam.
Valizleri atıp ekipmanı yüklenip derhal çekime koştuk. Cengiz'in kafasında beni ve programın konuğunu ilk gün ayrı ayrı gezdirip sonra buluşturmak var. Aman bi yağmur başlamasın mı o sıra!
Bu da görüntü yönetmeni Murat Sis. Çok iyi gözü var. Nefis açılardan güzel görüntüler yakalıyor.
Ben de yakalıyom ne var?
Şen ekip yağmur falan dinlemiyor, ağızlar kulaklarda çalışıyoruz. Benim saçlar yağmurdan hohol olmuş. Laz ninem öyle derdi: Hoholi baş.
İlk gün Alpay ile ayrı ayrı turladıktan sonra akşam yemeği için buluştuk. Burası ünlü opera binası. Çok ayrıntıya girmiyorum. Zira nihayetinde filmin tümünü izleyebileceksin.
Kompot'a gittik. Çünki ben burayı çok severim. Evvelce de geldiydim.
Kapıya bi kulübe koymuşlar. İçinde bu şapşik pisi ile kuçu kucak kucağa uyuyor. Ay, kedinin ponponlarına bak, ahah hah...
Kopmot'ta mekân şahane ama yemekler yaramaz. Daha doğrusu Ukrayna'da yemekler pek yaramaz. Yal gibi bi suda yumurta ve erişte geldi bana. Mantı yemiştim daha önce, ne sarımsak var, ne sos. Ayol o ne öyle? Ha ama bayıla bayıla yedim mi? Yedim. Iskalamam.
Ertesi gün, çekimlere sıkı bir kahvaltı ile başladık.
Potemkin merdivenlerindeki anonslarımı çekiyoruz.
Cengiz hep yüreklendiriyor.
Anonsları en fazla iki kerede çat diye çekiveriyoruz. Benimle çalışmak kolaymış.
Hemen gaza geliyorum. Kendimce deli deli anonslar yapıyorum. Cengiz ciddi adam. Bıyıkaltından ince ince gülüyor.
Sonra Alpay ile beraber gezeceğimiz kurguya geliyor sıra...
Surata bak. Aç kalmış.
Ve de yorulmuş. Nereden bulaştım lan bu işe der gibi bir hâli var. Eheh...
Odessa Limanı burası.
Limanın orada bir kör duvar ve altındaki oluklu çatıyı böyle güzelleştirmişler. Alpay'ın yorumu: "Murat Kekilli burada da ünlüyse demek" 😀
Limandan sonra geçtik çarşı pazar işine.
Hava, mayıs olmasına rağmen acayip ısındı. Cengiz önlemini aldı.
Privoz Market'te çekimi zor yaptık. Muhafızlar mani olunca, yönetici diye mafya anası gibi suratsız kadınların odasında huzura çıkıp zar zor izin aldık. Üslupları resmen, "Çekin çekeceğinizi ve bi zigdirip gidin buradan" şeklindeydi. Bak billahi.
Oh bebeYim... Bu bacı, hırdavatçıların orada koca memeleri, inci kolyesi, ince bıyıkları ile turuncu peluş ayılar satıyor.
Ablanın hastası olduk. Bayıldık.
Sonra atladık nuh nebiden kalma bir tramvaya.
Düştük kenar mahallelerin yoluna. Burası benim önerim. Cengiz bu fikre bayıldı.
Sokaklarında çamaşırlar asılı, yemyeşil ve fakat fakir bir mahalleye geldik.
Kafamda anonsu kurguluyorum. Geceden çalışıp notlar almışım zaten minik ve şapşik beyinciğimin köşelerine. Allah utandırmasın yaleppim diye yarı stresli yarı eğlenceli gayret ediyorum, elimden gelenin en iyisini yapmaya.
Murat yine en iyi görüntünün peşinde.
Ertesi gün yine kalabalık ve köhne bir tramvaya binip
şehrin biraz daha aşağısındaki Arcadia denen sayfiye yerine gitmeye niyetlendik. Niye hep tramvay dersen, çünki bir hikâye yakalıyorsun. Gaza basıp giden taksilerde genelde bu olmaz.
Biliyorsun ben bir hikâye avcısıyım. Anıların peşine düşüyorum. Seyahat blogu tutan çok sayıda arkadaş gibi, nerede ne yapılırdan ziyade anılarımı anlatıyorum. Kimseye yol göstermek gibi bir derdin sahibi de değilim. Herkes kendi anısını inşa etsin. Ben böyle yapıyorum, sen dilediğini yap. Artık her yer bilgi dolu. Özü diğerinden ayıran anılar.
Arcadia'da bu donlu herif kameralara rağmen bana pek dadandı.
İllaki öpücem de öpücem. İçmiştir tabii votkayı, kafa kıyak. Dünya umurunda diil. Seni de selamlıyorum beyaz donlu ak başlı deli herif. Kulakların çınlasın.
O kadar ısrar etti ki öpçem öpçem diye, suyun çivi gibi olduğunu bilmeme rağmen, "Atla lan, atla öptürcem" diye efelendim. Atladı.
O çıkana dek ben fıydım tabii. Son anonsları çekiyoruz neredeyse.
Ukraynalıların çocukları birer oyuncak kadar güzel. Kaptım birini, yedim. Salıncak hürmetine gık demedi.
Gece yine Kompot'a yemeğe gittik.
Başarısız mantılarını afiyetle lüplettim.
Biraz da Ukrayna birası içince gözler kısıldı, ağızlar kulaklara vardı.
Ukrayna cins cins köpek dolu. Bir samoyede denk gelince canından bezdirdim. Köpekler burada çok ucuz. Türkiye'de ne paralara satılan köpekleri burada ucuza bulmak işten değil. Tabii gönül istiyor ki kediye köpeğe para vermeyelim ama bazı ırklar başka türlü alınmıyor. Ben de Pepito'yu parayla aldım ya, kendimi hep muhtaç köpeklere karşı borçlu hissediyorum ve elimden geldiğince hattâ, bunun da ötesinde kaynak aktarıyorum canlara.
Bak bu bir çinçilla. Sokak şovları yapan bir Ukraynalı'nın iş arkadaşı. Bunu kesip kürk giyiyor mesela karılar. Bok giyin lan! Ananızı kesip giyin. Ziftin pekini hem yiyin, hem giyin. Kürk giyen insan olamaz.
Çinçillanın babası bana bu pozları verdiriyor.
4 günlük mesainin sonunda 70 kilometre yol yürümüş bir ekip olarak esaslı yamulmuşuz...
İşimizi bitirip gönül rahatlığı ile yola koyulabiliriz. Yapımda emeği geçen bu yakışıklılara yaldızlı fosforlu takdirnameler sunmak istiyorum.
Tam bu noktada, seyahatin dramatik, kalp, göz, akıl oyucu kısmına gelmek, hiç dinmeyen acımı yeniden harlıyor.
Çekimlerden bir hafta kadar sonra Cengiz beni arayıp, "Montaj bitti, gel seyret" diye şirkete çağırdı. Gittim. Heyecan içinde izledim. Ne yapacağımıza karar verdik. İşte kim hangi kanala ulaşacak, kimlere izleteceğiz, nasıl pazarlayacağız, kime satacağız, sponsor lazım gelirse kimlerle bağlantı kuracağız gibi çok ciddi başlıkları didikledik. Sonre Cengiz beni Eminönü'ndeki Üsküdar İskelesi'ne bıraktı. Aklımda Alp'i aramak var. Bak, gittik, çektik, kurgusu da bitti, sana da izleteyim, hep senin sayende demek istiyorum. Arıyorum, açmıyor. Zaten mayıs ayı boyunca bir sürü cevapsız aramam vardı. Nisanda da aradığımı bulamadığımı hatırlıyorum. Sonra vapur gelene dek tıvitıra bakayım diyorum.
Allahım! O da ne?
Bu haberi görüyorum. Anlam veremiyorum. Ne demek yani cezaevinde? Film mi çekiliyor acaba diye düşünüyorum. Haberciler öyle başlıklar atar ya tıklansın diye. Üç beş saniye içinde kafamdan neler geçiyor. Haberin içeriğine tıklıyorum. Vah! Vah ki ne yangın! Çığlığımla iskele inliyor. Vapur bekleyen Üsküdar kadınları etrafımı sarıyor. Biri mendil, biri su veriyor.
Sarsıla sarsıla ağlıyorum.
İnleye inleye ağlıyorum.
Hıçkıra hıçkıra ağlıyorum.
Nezaket timsali, kolu kanadı kırık, centilmen, sırdaş, biricik Alpimi kaybettiğimi, böyle bir günde öğreniyorum.
Bu haberi görüyorum. Anlam veremiyorum. Ne demek yani cezaevinde? Film mi çekiliyor acaba diye düşünüyorum. Haberciler öyle başlıklar atar ya tıklansın diye. Üç beş saniye içinde kafamdan neler geçiyor. Haberin içeriğine tıklıyorum. Vah! Vah ki ne yangın! Çığlığımla iskele inliyor. Vapur bekleyen Üsküdar kadınları etrafımı sarıyor. Biri mendil, biri su veriyor.
Sarsıla sarsıla ağlıyorum.
İnleye inleye ağlıyorum.
Hıçkıra hıçkıra ağlıyorum.
Nezaket timsali, kolu kanadı kırık, centilmen, sırdaş, biricik Alpimi kaybettiğimi, böyle bir günde öğreniyorum.
Benim ömrümden, imzasını ata ata, kalbime adını yaza yaza nefis bir dost geçti arkadaşlar. Gözünün gülüşünü sevdiğim, sesinin tınısına kurban olduğum, birtanecik Alpim, hepimizden uzakta, kendi kendine, sessizce, kahrından tükendi gitti.
Her gün benimlesin arkadaşım. Bak 1 yıl oldu, değişmez. Elim bu cüzdana ne zaman gitse, nerede bir güzel manzaraya karşı bir yudum bir şey içsem, nerede içli bir şarkı çalsa, nerede derinden kahkaha atsam, kadehimi sana kaldırıp, "Bu senin için ulan güzel oğlan" diyip bulutlarımı yağdırıyorum. Sen bana arkadaş acısı tattırdın. Aşk olsun ulan! Yuh sana ulan! Ah ulan!
İzleyiniz lütfen.
Alp Buğdaycı anısına...
Cuma, Haziran 02, 2017 tarihinde yazıldı.
Benim de gözüm bulutlandı. BirAmwrika gezinde yine Alp Buğdaycıdan bahsetmiştin. Ah...
YanıtlaSilNe tatlısın, ne dikkatlisin.
SilÇok başkaydı o.
13 Nisan Odessa programınızı seyrettim, emeğinize sağlık.
YanıtlaSilLakin Ukrayna'daki unsurları sayarken, Ukraynalı, Rus, Musevi dediniz ve artık Türkler de var dediniz, halbuki Tatar Türkleri yüzyıllardır orda, Ukrayna ve Odessa programında Kırım ve Tatar Türklerini görmemenizi hattâ hatırlamamanızı esefle hicvediyorum. Sizin için Türk demek sadece Türkiyede yaşayan insanlar ise cahilliğiniz acınacak halde demektir.
Bir dahaki Ukrayna programınız olursa eğer, Tatar Türklerini varsa diğer soydaşlarımızı da ziyaret etmenizi, onlarla konuşup hemhâl olmanızı bizden de selâm etmenizi istirham ederim.
Selçuk ERENALIN
Çanakkale