Brüksel'deki otelde öyle bir video çektim ki, sırf bu yüzden bile gitmiş olmama değdi. Çok pislik bi insanım ben, evet, oku bak.
Brüksel'e giderken, evvela Delft'e uğrayalım dedik. Delft, Amsterdam'ın güneyinde birazcık.
Arabayı Gülfem sürüyor. İlk kocası ile Hollanda'da on yıl yaşamışlığı var. İkinci ile Amerika'da, üçüncü ile İzmir'de köyde. Hah hah hayt. Bu sayede yolları ve düzeni iyi bildiği iddiasında.
Delft, tipik bir Hollanda şehri.
Çok düzenli, temiz, pak. İnsanlar saygılı. Aynı Türkiye'deki gibi. 😜
Girişte bu mavi camdan kalp karşılıyor. Niye?
Çünkülüm, Hollanda'nın simgelerinden mavi desenli porselenler var ya, hah, Delft bunların memleketi. Delft Blue.
Genelde sağdan soldan fotoğraf çalmam. Bunu Vikipedi'den aldım. Tepeden de görelim diye.
İçine içine sokuldukça, pek şahane görüntüler karşılıyor bizi. Şehir kapısının kuleleri sığsın diye eğri çektim.
Arabaya zor bela yer bulduk. Park ettiğimiz caddenin adını unutmayalım diye bu fotoğrafı çekiyorum.
Düpdüzgün sokaklardan yürüye yürüye merkeze gidiyoruz.
Hollanda'nın her yeri kanal. Hâliyle, Delft de.
Süslü püslü dükkânlar pek âlâ.
Porselenciler güzel. Alıyorum birkaç bir şey...
Delft'in ünlü bir ressamı var, Johannes Vermeer. 1632'de burada doğmuş. Ölümünden sonra iki yüz yıl boyunca adını anan olmamış, ta ki 1800'lerin ortalarından sonra bir eleştirmen onu yeniden keşfedene dek. Bu da onun Süt Boşaltan Kadın tablosu. Ressamım diye gezinen bir sürü çalakalemci iyi baksın. Sene 1658.
Ecnebi memleketlerde, ikinci el giysi dükkânları sahiden pek güzel oluyor. Buradan iki nefis elbise, bir de deri kemer kaptım.
Hediyelikçileri karıştırdık.
Peynircilere daldık.
Gülfem'in aklı gitti.
Benim de. Peyniri çoook severiz.
Bunun ismi Nieuwe Kerk. Yani Yeni Kilise. Yeni dediğine bakma, 1456'da açılmış. Az önce sözünü ettiğim ressam da bu kilisede gömülü.
Hey yavrum hey, şu hayattan kimler geliyor geçiyor. Yeryüzü bu kadar ölüyü nerelerinde saklıyor. Bakalım, biz nerede yatacağız edebî istirahatgâhımıza.
Paris'te ünlü Pont des Art var ya hani, Aşk Köprüsü. Şu, tonla kilit asılan ve bu yüzden çökme tehlikesi geçiren...
Şimdi burayı kıçımdan mı atıyorum pek emin diilim ama Delft Belediyesi demiş ki, söktüğünüz kilitleri bize verin, kanal köprülerimize asalım. Bu bilgi nedir ya hu? Atıyor muyum? Nereden kalmış aklımda?
Acıktık. Balık ve sandviç satan ekonomik bir büfe bulduk.
Aldık bir şeyler. Çöktük yine sokak sofrasına. Mis gibi doyduk. Kazıklanmadık. Sevindik.
Ha ha, kazıklanmadık! Arabanın yanına bi geldik ki, park fişi almadığımız için 90 Euro cezayı yemişiz. Hollanda'da on yıl yaşayan, her boku çok iyi bildiğini iddia eden, arabayı buraya gayet emin park eden Gülfem. Ama ceza ödemeye gelince ikimiz ortak! Saraybosna'da arabayı çizdiğinde de aynı şey olmuştu.
Neyse şimdi bu hesapların peşine değil, yola düşme vakti.
Brüksel'e gidiyoruz.
Şu videocuk, Delft'in bir dakkalık özeti.
Yaklaşık 170 kilometre sonra hop,
Brüksel'deyiz.
Van Belle Oteli'ne geldik. Biralar miralar açıldı. İnternete bağlanıldı. Epey yol yaptık. Yorulduk.
Ucuza doymanın yolları. Marketten al, otelde ye.
Buzdolabı yoktu. Doyduktan sonra yiyecekleri pencerenin kenarındaki bir çıkıntıya astım poşetle. Hava serince.
Heyoo, dışarı çıkıyoruz.
Acıcık sarhoş olmuşuz. Gözümden belli.
Anam oteli tam da Faslı mahallesinde almışım. Her yer bu yazılarla dolu. Telefonda görmüyosun, tentede Arapça yazılar var. Nil diye bi restoran bulunca kızıma bu fotoğrafı yolladım.
Brüksel'e gidince n'apıcan? Bira içicen.
Bunu aldım ben. Alkol oranını görüyor musun? Yüzde 12. E anca!
Sonra çöktük bir banka. Ona buna, gelene geçene sataşa sataşa içtik.
İzle bi şunu...
Sonra kalktık otele doğru yollandık.
Ay töbe estafurullah! Bizim koridora bi döndük ki manzara bu! Bahsettiğim sürpriz ve video için hazır mısın?
Gülfem önden koştu. Çünkü biralar hatrını soruyor. Donuna işemek üzere. Kapıda soyunmaya başlamış. Ben kaçırır mıyım, yapıştım telefona. Hem fotoğraf,
hem de video çektim. Ohhh yes.
Çatlayana kadar gülerken sızmışız. Bu kare, ertesi sabahtan. Paris'e doğru yola çıkıyoruz.
Otel kahvaltısı...
Pencereden Fas mahallesi.
Ve hop sokaklar...
Grand Place diye bir meydan var. Oraya gidiyoruz. Brüksel'in Sultanahmet'i işte.
Estetik şeylere çok takıntılıyım. Belki fark ediyorsundur, bir tane harf hatası bırakmam, noktalama boşlukları bile hatasız çıkar yazılarımda. Simetriye takılırım. Sokakları süpürürüm. Her yere çiçek ekerim. Hâliyle, şu inşaat seperatörüne poşetten gülen yüzler yapan arkadaşın eserini de sana göstermek istedim.
Grand Place'e geldik. Palace diil, place.
Bu fotoğraf da internet denizinden. Biri çalmış, ben çalandan çaldım. Brüksel'in meydanına, her iki yılda bir ağustos ayında 77'ye 24 metrelik bir çiçek halısı yapıyorlar. 500 binden fazla begonvil kullanılıyor. Biz gittiğimizde yoktu tabii böyle bir şey.
Meydan, 1998'de Unesco'nun koruma listesine alınmış.
Etrafında bir sürü çikolatacı, hediyelikçi,
şekerci,
kafe, restoran, şucu, bucu ve
Hard Rock Cafe var. Çocuklarıma her memleketten HRC tişörtü aldığımı belki biliyorsundur.
Cafenin tam onünde bu piç pomeranian ile karşılaştım. Yedim. Yuttum. Anası babası Rus'tu. Rusya'da köpek çok ve ucuz.
Biz gidiyoruz Brükseeel!
Tıkla...
Tıkla...
Haydi yola...
Brüksel'den Paris'e 300 kilometreden biraz fazla mesafe var.
Brüksel'den Paris'e 300 kilometreden biraz fazla mesafe var.
Direksiyondayım.
Dünyaları da gezsem, başka başka memleketlerde araba sürerken karşıma çıkan dev tabelalarda duyduğum heyecan azalmıyor. Ayyy Paris yazıyor gördün mü?
P A R İ S...
Boulevard des Airs Brüksel şarkısı ile veda ediyorum cicim... Paris'te buluşuruz.
Pazartesi, Şubat 06, 2017 tarihinde yazıldı.
çok güzel bir yazı olmuş
YanıtlaSilHeya i'm for the first time here. I found this board and I find It really useful & it helped me out a lot. I hope to give something back and aid others like you helped me. gmail sign in
YanıtlaSil