AMSTERDAM KING'S DAY


Amsterdam'a gidiyorum. Kralın elini öpüp gelicem, oh yes...


Gezme rekorumu göstereyim sana evvela. Buyursunlar, 2016 senesinin beşinci ayında takvimim ne hâlde, bak gör. Hepsini tek tek anlatıcam şimdi sana cancağızım.


Te aylar öncesinden Gülfem'i dürttüydüm, "Kız Amsterdam'a gidelim" diye. Ucuzcasından biletleri bulmuştuk.


Pegasus kampanyaları candır. 400 lira civarı para ödedim diye hatırlıyorum. 


Uçağa bi bindik, dergiyi bi açtık ki ayyy... Ev Bezgini'nin İran seyahati var. Diyeceksin ki, ulen yaz da biz de okuyalım. Ben de diyorum ki, yazıcam kuzum, az sabret.


Yaklaşık 4 saat uçup Schiphol'e konduk. Şıhipol diye oku. H gırtlaktan. 


Gülfem dedi ki, "Kız biz niye 8 günlük bilet aldık, iltica mı ediyoruz?"


Ben de dedim ki Gülfem'e, "Kes işte bulmuşuz ucuz bilet almışız, gelmişiz. Devam et"
Uh, peynirlere bak limanda.



Trene bindik. Amsterdam'ın kuzeyindeki Wormerveer'a gidiyoruz. Arkadaşım Funda'da kalacağız. Evi orada.


Gülfem evvelce on yıl kadar Hollanda'da yaşadığı için ve biraz da dayanaksız özgüveninden yol planına sahip çıktı ve yanlış trene bindik.


Neyse ki çok zaman kaybetmeden indik. Bir restorana girdik. 


Hollanda biralarını lüplettik.


N'oluyo biraları içince? Na böyle oluyo...


Funda'nın kızı birazdan gelip bizi buradan alacak. Hollanda ve bisiklet konulu fotoğraf paylaşmasak gözümüz kör bakar. Bisikletlerin kimi dışarıda, kimi soldaki kapalı garajda.


Kadının biri kapalı garajdan bisikletini alıp çıkarken, çok akıllıyız ya, soğuktan donan kıçımızı ısıtmak için hop kendimizi içeri attık.


Eeee, kapı nasıl açılacak şimdi? Bizde bilet yok ki...


Laan diye hemen telaşla makineye asıldık. Bilet alalım da açılsın diye düşündük. Nah sana bilet! Açılmıyor. E ortalıkta görevli de yok. Kaldık mı içeride! Neyse orada bir telefon vardı. Kaldırdık, birini aradık, o da kapıyı açtı. Kesin bizi uzaktan izleyip altına işemiştir gülmekten. Çok salağız.


Ve en nihayetinde çok sevdiğim Funda ve ailesinin evindeyiz.


Funda ile nereden tanışıyoruz bunu anlatmam lazım şimdi. 2014 senesinin yaz aylarında Funda Hollanda'da bisikleti ile yola çıkıp, 90 günde İstanbul'a gelmişti. Funda omurilik felçlisi. Yıllarca Hollanda'da yaşayan Funda, tatil için geldiği Türkiye'de sığır bir sürücünün hatası yüzünden ömrünün kalanını tekerlekli sandalyede geçirmek zorunda.


Hâliyle dikkat çekici bir kadın. Ben de o sıralar Radyo Trafik'teki Bisiklet Yolu programımda Funda'yı konuk etmiştim. O programın kaydını şuradan dinleyebilirsin. 
Funda'dan etkilenmemek mümkün değil. Yaşam enerjisi, her yanından taşıyor. Çok sevdim ben Funda'yı çok. Öyle ki bu yayından hemen sonra beraber tatile gittik Saros Körfezi'ne. Valla, yaptık bunu...


Ve işte şimdi bu kez biz Funda'nın evindeyiz.


Ev çok güzel. Üç katlı, kocaman. Tam kilisenin yanında. Kiliseye ait zaten. Zamanında manastır olarak kullanılmış. Şimdi penceresinden Buda nanik yapıyor.


Bize tavan arasındaki bu odayı ayarlamışlar.


Hollanda çok acayip he. Her yandan kanallar geçiyo. Vıccık sulak her yer.


Evimizin olduğu mahalle Wormer, caddenin adı Dropsstraat. Ben ömrümde bu kadar güzel evi bir arada görmedim. Abartmıyorum.


Ertesi sabah bi uyandık, manzara bu. Kalp atışlarım hızlandı billa.


Kalktık yürüyüşe çıktık.


Engin düzlüklerin üstünde gökyüzü oyunlu.


Bulutlar bir anda aşağı inip insanı saracak, ham yapacak, yağacak ve sonra hızla toz olup kaçacakmış gibi.


Hava işleri Hollanda'da böyle olurmuş zaten hep. Bak şu kanallara ya!


Kaldığımız yer Amsterdam'ın merkezine 30 kilometre. Yaklaşık yarım saatte gidiliyor.


Valla amsterdam'da oturacağıma burada yaşarım. Yemyeşil, mis gibi...


Yürüyüşten sonra giyindik, kuşandık, merkeze gidiyoruz. 27 Nisan bugün. King's Day.


Bindik trene... Bu güzelin ismi Efza. Funda'nın biriciği.


Efza'nın annesi ile olan bu fotoğrafını göstermeliyim sana. Nefis di mi?


Bu yakışıklı da Yiğit. Efza'nın sevgilisi.


Yiğit, Adana'dan kalkıp buralara gelmiş Efza'nın peşinden. Oh ne de has etmiş.


Şimdi bu turunculuk nereden, onu anlatayım... Aslında bu King's Day, evvelce Queen's Day imiş.


 Wilhelmina diye bi kraliçeleri varmış bunların, ölmek bilmeyen. 


Hatun tahtta o kadar oturmuş ki, 1885'te onun doğum gününde Kraliçe Günü'nü kutlamaya başlamışlar. 


Aslında o zamanlar 30 Nisan'da yapıyorlarmış bu kutlamayı.


2013'te kraliçe Beatrix tahtını oğluna devredince, kutlamalar 27 Nisan'a alınmış. Niye? Çünki yeni kralın doğum günü bugünmüş.


Ay çok da sevimsiz, akvaryum balığı gibi herifmiş sarı pipi. Neyse... 


Kralımız çok yaşa!


Peki ne yapıyorlar bu günde? 
Hiç... Sadece eğleniyorlar kardeşim.


Çoluk çocuk hep sokaktalar. Sağdan ikincinin tipini görüyor musun. Nasıl bir üflenti olacak büyüyünce, piç...


Nasıl olmasın ki? Memlekette ot, kök hep selbes.


Fakat ben içmem. Çünki sigarayı bırakalı iki yılı geçti ve dumanla ilişkimi tamamen kestim. Çok fena bozuyo sesimi, sinirimi.


Fakat attım ağzıma kurabiyelerinden. Çok da güzeldi.


Bu King's Day içip zıçmak için şahane bahane. Biralar beleş değil elbet, marketlerden ucuz ucuz al, iç...


Çişim gelince napıcam deme, seyyar helalar var. Kırmızı. Kapısı bacası yok. Bizde olsa öldür Allah kimse çıkarıp işemez buraya. Hepsinin çükü ile derdi var.


Çük demişken asfalta çizdikleri şu şeyi de göstereyim. Ya, dinsel ve cinsel içerik hep satar biliyorsun. Sırf o yüzden. 😉


Bak bu videoda sana festival havasını biraz aktarabilirsem ne şahane olur...


Amsterdam'da bir şey çok dikkatimi çekti.


Kanallar ya da bisikletler değil, apartmanlar.


Tepelerindeki alınlık ve o alınlıktan uzanan çörten gibi çıkıntıya iyi bak. Hepsinde var. Gülfem, taşınma işi için oralara makara astıklarını söyledi. Atmadıysa tabii...


Fakat asıl dikkatimi çeken bu da değil.


Binaların çoğu yamuk! Billa bak. Birbirine yaslanıp zor durmuşlar gibi. E, memleket sulak. Bunları nasıl bir zemine yaptılar ki?


Tamam yaptılar da niye yıkılmıyor bunlar? Yıkılmamaları için bir önlemleri varsa litven bize de öğretsinler. Eskiyi yıkıp yenisini yapıcaz diye memleketi anası tanınmaz hâle getirdik.


Amsterdam'a gidince bu teknelere binip kanalda bir iki tur dönmek lazım.


Bu fotoğraf zaten olmazsa olmaz klişemiz. Olsun ama be, güzel...


Parkları falan da var bak ne güzel. Git gez işte.


Geldik yine seks başlığına. Red Light'a götüreyim seni...


İşte burası Red Light District. Yani Kırmızı Fener Mahallesi. 


Şehrin seks bölgesi. Hayat normal akışında. Geceleri hareketli. Efendi gibi takılırsan sorun olmaz. Kırmızı perdeli o evlerde hayat kadınları var. Vitrinde oturur, müşteri beklerler. Tomarla para göstersen, vermeyeceklerse vermezler. Fotoğraf çekmeye kalkma. Gerginlik çıkabilir.


Ben uzaktan çektim ama. Büyüt de bak. Yüzü bize dönük oturan yarmagül abla çok sinirlendi. Yerinden kalkıp, "Lan ne çekiyosun" gibi bi hareket yaptı. Öyle büyük bi salakmışım gibi davrandım ki, kafamdan zorum var sandı. Belki de vardır, ne biliyim...


Bu arada, fotoğrafını çektiğin genelev, tam bu kilisenin karşısında.


Oradayken değil ama şimdi yazarken merak ettim. Casa Rosso'da acaba neler oluyordur?


Sex shopları biliyorum ama. Girdik, didik didik ettik. Bildiğin şeyler...


Türkiye'de bu dükkânlar hep üst katlardadır, fark etmişsindir. Hoş, buradaki gibi düzayak olsa da girip bakmayız. İllaki ordan iki zonta çıkar. Bir de tabii turist olmak şahane bir şey. N'aparsan yap, orda kalıyor. Herkes ben mi ki yediği haltı ballandıra ballandıra anlatsın.


Amsterdam'ın kafelerinden biri. Nasıl bir cümle kuracağımı bilemedim. Bira içmek için oturulan sıradan bir yer işte. Bizim Kuzguncuk'ta yok. İçemezsin. Böyle dükkânlar açamazsın. Basınç var. Yasak. Niye?


Bi de böyle dönme dolaplar istiyorum. İstanbul'da olmalı. Dolmabahçe'nin orada hayal ediyorum. Bir yükseliyor, vuhuuu, İstanbul'u dinliyorsun gözlerin olabildiğince açık...


Akşam, yere vurduğu gölgemizle kendini belli ediyor. Bu fotoğrafı çekip "İnsan arkadaşının gölgesine bile basamaz kız" diyorum Gülfem'e... Arkadaş çok değerli. Bazan hıyarlık ediyoruz birbirimize. Ben böyle üç hıyarlıktan döndüm. Af diledim. Hayat, bana bir daha arkadaşlarıma hıyarlık etmeyi nasip etmesin. Dilerim, benim çok sevdiklerim de benim üstümde tepinmesin... Ben senin gölgene bile basmadım Gülfem...


Tişikkirler Amsterdam. Seni çok sevdim...


Gittik araba kiralama ofisine... Ehliyet benim. 


Aracımız bu...


Binip eve yollanıyoruz. Funda'nın şahane kocası Ron yine nefis yemekler yapmış...


Sağ baştaki hatun ile o gece tanıştım. Yeni bir aşkın eşiğindeydi. Çok tatlıydı. Fakat sonradan öğrendim ki, bir hastalığa tutulmuş, hastanelik olmuş. Funda çok üzülüyordu. İyileşmiş ama. 


Ertesi sabah, ilk iş pencereden bu fotoğrafı çektim.


Aşağı indim bir baktım, aa Ron'un torunu gelmiş.


Senin o şaşı beş gözünü yerim sarı...


Roncuğum çok akıllı ve çok yakışıklı biri. Hep asılıyorum adama. Hep! 
Funda bazan kızıyormuş kocasına, "Rooon, seni terk edicem" diye çemkiriyormuş. Ron, "Lütfen terk etme Funda, çok güzel arkadaşların var, ben onları görmeden nasıl yaparım" diyormuş. Serseri ya hu... Bu videomuzu izle. 😁


Burası evin arka tarafı. Funda'nın çalışma odası...


Bahçesi böyle kraliçemin...


Bir kitap yazdı. Onun üzerinde çalışıyor harıl harıl. 


Ve yola çıkmak için hazırız. Nereye gidiyoruz? Evvela Brüksel'e. Ardından Paris'e. Altımızda arabamız, cebimizde biraz paramız, hevesimiz ve sağlığımız var... 


En önemlisi ise dostluğumuz.


Bunun değerini bilmeyen bizden değildir...


Seksenlerimizi süsleyen bu şarkı ile gidelim Amsterdam'dan... George, bize neler hissettirdin, bi bilsen. Selam olsun sana, öte dünyaya... 




Pazar, Ocak 08, 2017 tarihinde yazıldı.

0 yorum:

Yorum Gönder