ENTEL ŞEHİR CENEVRE


Montreux Gölü, Motrö Gölü

Evrim benim çok kral arkadaşım; epeydir Cenevre'de yaşıyor. Esin'e dedim ki, "Kız benim Evo'ya gidesim var, gelir misin" 
umumi pasaport

Esin'in hayır dediği nerede görülmüş? 



Evo'nun siparişleri var, özellikle simit ve maydanoz. Geçen hafta Gelibolu'da olduğum için peynir, zeytin ve sardalya da aldım.  

üçüncü köprü

Günlerden Eylül'ün 10'u... O gördüğün beyaz çizgi gibi kel yerler, 3. köprünün yolları. 

isviçre alpler  

Biletler Pegasus. Uçuştan iki ay önce 350 Lira'ya aldım. 

istanbul cenevre uçakla ne kadar

3 saat sonra İsviçre üzerindeyiz. Hemen belirteyim, İsviçre AB üyesi değil ama Schengen bölgesinde olduğu için bu vize ile girebiliyorsun. 


Bu, Evrim ile Murat'ın evi. 
5 gün burada kalacağız. 


Yani Cenevre'nin şurasında. Gölün adı Leman. 

mini cooper cabrio

Bu Evrim'in otomobili. İnşallah hava iyi olur da üstünü açarız. 


Buddy, evin köpeği. Ben gelene dek tüyleri bembeyazdı. 


Evrim ilk günün planını yapmış.  

mini cooper

Eve yerleştikten hemen sonra bizi Yvoire yoluna dizdi. 

yvoire map

Yvoire, Fransa sınırları içinde. Biz Geneve yazan yerdeyiz ama mesela en sağdaki Montrö'ye gitsek, Fransa'nın içinden geçmek gerek. Gri çizgi sınırı gösteriyor.


Schengen ülkeleri için bu problem değil. Buna benzer sınır kapılarından kimseye eyvallah demeden yağ gibi geçip gidiyorsun. 

post office switzerland

Sana, sınırı henüz geçmeden gördüğüm şu posta binasını göstermek istiyorum. Bildiğin postanelerle kıyasla işte, Sirkeci Büyük Postane hariç. 


Bilmediğim ülkelerin, bilmediğim yollarından geçerken nasıl mutluyum bilsen. 


Evden yaklaşık 25 km sonra Yvoire'dayız. Yvoire, bildiğin oyuncak şehir. 


Yvoire'u yapanlar sanki oturup kafa patlatmış, her bir köşesini nasıl süsleriz diye. 



Biz kadınlar, hakiki kadın olsak penceremizin önünü sardunyasız bırakmayız. Bir şehri güzelleştirmek çoğu kez ne kadar basit aslında. 


Abartıyorsam, abartıyorsun de! 
Şimdi şu binanın sardunyalar dışında ne numarası var?


Leman, elini değdirdiği yeri ayrı bir güzelleştirmiş. Yani Lac Leman ya da Lake Geneva... Hepsi aynı şey. Leman Gölü. 


Fakat Fransızlar da etrafı süslemek için boş durmamış, 


Leman ile yarışmışlar. 
Bence!


Sence? 


Kuşları da düşündükleri için 


karşılığını çit üstünden sevinç şarkılarıyla almışlar... 


Sana, bu şemsiyelerle süslü bijuteri dükkânını da göstermek istiyorum.


Kızlar da beni sana göstermek istemiş. 


Yvoire'da sulu zırtlak turistik eşya satıcıları yok. Hepsi kuul abiler. (Hadi cool'a tam bi karşılık bul, bul hadi! Hayır, denedim, 'havalı' olmuyor)


O abilerin birinden kızım Nil'e Jean D'arc plakası aldım. O kadar seviyor ki Jean hatunu, kendini biraz da o sanıyor artık. 


Bak bu yazdıklarımdan gaza gelir de Yvoire'a gidersen


Leman kıyısında dolaşan bu kuğuya dikkat et...
Adam dövüyor yeminle... Kuğu insanı döver mi, billahi bu dövüyor. Üstüme kıhladı, ödüm koptu. Halbuki etraf beni Elmayra diye bilir. 


Yvoire çıkışında otomobilimizi otoparktan aldık. Her yerde bu parkomatlardan var. 


Geceyi evde şarap ve peynirle tamamladık. Şimdi sana Avrupa'da çoğu yerde 3 şişesi 5 Euro'ya bile şarap alabileceğini söyleyeyim, sinirin bozulsun. Hadi ben kralından içeceğim dersen onun da şişesi 5-6 Eu. 


Evrim bize üst kattaki odalardan birini verdi. 


Ertesi sabah uyanıp o pencereden baktığımda gördüğüm bu. Yemyeşil. 


İkinci günün sabahında kahvaltı. Simitler Türkiye'den. 


Evin mutfağı...


Şimdi yol zamanı hadi. Annecy var listede. Dün doğuya gittik, bugün güneye iniyoruz. Fransa'ya. 


Buddy efendi bizden evvel kuruldu. 


Gittim öptüm yine iti... Kafası kıpkırmızı ruj. 


Yolda ben arkada oturuyorum.  


Çünki Esin yine GPS olup haritaya bakıyor. 


İsviçre'de kurallar çok sıkı. Fransa tarafına geçince birazcık daha gevşiyor. Biraz ama bak. 


Yine sınırdan elimizi kolumuzu sallayarak Fransa tarafına geçip


evvela Le Pont de la Caille'e gittik. Yani işte bu köprünün adı... 


Tahtalarının arasından aşağı baktım, abooo...


Ohhh güneşe karşı bir de keyif çattım. 


Yüksekten tırsıyorsan hiç heves etme. Aşağısı uçurumlar, yarlar...


Köprüden sonra 15 km daha güneye inince


Annecy Gölü ve kenarında aynı isimli yerleşim yeri var.


Ay ben Yvoire'dan sonra Annecy'ye de âşık oldum. Gel gezelim, bi de sen bak. 


Bi kere göl şahane...


Dur Allahaşkına bi selfi çekeyim şurada.


Suyun rengine bak.


Su üstünde keyif çatmalık kiralıklara


ve bir diğer kiralıktaki kaptan ablaya bak.


Annecy'de göle ulaşan bir kanal var. Bunun adı Le Thiou. Asıl ırmak Le Fier'in kolu aslında. 


Kanalın üzerindeki minik adayı Palais de L'Ile süslüyor. 


Karşısındaki köprüyü de ben. 
Ahaha... Var ha böyle, kendi kendine iltifat eden Kezbanlar. 


Annecy'de saatlerce turladık. Çünki çok güzel...


Swarm'da check in yaptım. En yakınımızdakilerden oğlum Ata'yı Barcelona'da, kanka Kutgün'ü Londra'da ve bacım Selcan'ı Atina'da görünce bi ürperme geldi. Aslında herkesten ne kadar uzaktayız yani. 


Sana Annecy'deki şu bisikletçi dükkânı ile birlikte,


bir de bu bisiklet yolunu gösterip iki dakika ahkâm keseceğim, tahammül ediver. Bak bisiklet yoluna! Ayrı bir yerde değil. Otomobillerin de geçip gittiği yolda bisikletler için sadece bir kısmı boyamışlar. Bu kadar. Yetiyor. Neden? Çünki adamlarda hoşgörü var. Senin benim gibi ota köke odunla fırlamıyorlar araçlarından. Katiyen kornaya da basmıyorlar ve kavşaklarda öncelik soldan gelenin. Bir memleketin ne olduğunu anlamak için trafiğine bakacaksın arkadaş. Ben İstanbul'da, otomobilimle durup yayaya yol veriyorum diye arkamdaki ana avrat sövüyor. Ben senin kardeşim! Oh içimde kalmıştı... 


Tabii burada da çoluk çombalak herkes bisiklette. Bak bunun arkasında bebek koltuğu var. 


Maisons Du Monde, Annecy'de uğrayabileceğin bir dükkân. 


Ne satıyor dersen, mezon işte, bildiğin bizdeki Evkur. 
Güzel ama. 


Bir tek bunu aldım o da Allah bilir Çin işidir. 


Bol bol vitrin baktık. Oy oy rakamlara bak. Büyüt de bak.


Ay bu ne? 
Hangi hayvanı yediğin belli olsun diye sanırım, ölü kuşların kafalarını üzerinde bırakmışlar. 


Bismillah. Bu ecnebiler de çok rahat insanlar kaarşim. Prezervatif makinesi. Basıyorsun, alıyorsun. 


İsviçre'de 26 kanton var. Ne demek kanton? Eyalet yani. Merkezî yönetimi oluşturan alt birimler. Bu, Cenevre kantonunun simgesi. Kuş, parmağını gözümüze gözümüze sallıyor gibi değil mi!


Bütün plakalarda bu simgeler var. 


Annecy'de acıkınca hamburger yiyelim dedik. Buradan gözüne normal gibi görünebilir. 


Fakat büyüklüğü tam olarak böyle...


Oh buz gibi biraları da devirip



dönüş yoluna çıktık. 


Merkezden kuzeyde Carrefour var, yolda ona uğradık.


Fransa'da olunca ucuz ucuz sabunları, kolonyaları, market parfümlerini doldurdum billahi, Allah affetsin. 


O dev gibi hamburgerin üstüne otoparkta biraz da bisküvi ile tıkındık. 


Günü bitirmeden sana bir şey daha göstereyim. Bunlar İsviçre'deki köpek kakası kumbaraları. Ya ne bileyim ismini, böyle güzel oldu. O sarı aparatın içinde poşetler var, kaka toplamak için. Her yerde var ama bunlar. Bizim Üsküdarlılar daha kendi çöpünü atmayı bilmiyor, köpeğine kaka poşeti koysan alıp kuruyemişlerini saklar. Yapar billahi. 


Sonbahar olmasına rağmen İsviçre'de Allah yüzümüze baktı, bir damlacık yağmura denk gelmedik. Bu, ertesi günden. Yolumuz uzun bugün. 


Leman'ın kuzeyinden Nyon, Lozan ve Montrö'ye uğrayarak Chillon Kalesi'ne gideceğiz. Château De Chillon ya da... 


Sarışınlar yine önde. Aslında hiç alışık değilim yolda kontrolü başkasına vermeye. Huy işte...


Nyon Castle'a çıktık evvela...


Bu da aşağıdan görünüşü. Şatoyu çiçeklerle birlikte kareye sığdırabilmek için 


yerde süründüm. 


Bahçesini ekip biçmişler. Sebze falan ha, öyle süslü çiçekler değil. 


Yapıştırdım orada bir kapak fotoğrafı...


Kaleden inince


Lozan'a doğru yola çıktık.


Yol boyları hep ekilmiş, biçilmiş.


Yamaçlar teraslanmış ve taa tepeye kadar üzüm bağları ile dolu. Şarap bunlarda su...


Şahane de binalar var. Şarap kralının mı, köyün muhtarının mı, Allah bilir... 


Koltuk arkadaşım yine it...


Anası fark etmeden corp corp öpüp boyuyorum kafasını... 


Nihayet Lozan'dayız. Türkiye'nin tarihinde de mühim bir lokasyon. 


Aynı zamanda olimpiyat başkenti. Bu saat bir sonraki oyunlara doğru geri geri sayıyor. Olimpiyat Müzesi de Lozan'da.


Göl kenarındaki bu kaydıraklı gezinti sandallarını görmeni istiyorum. 


Bagaj Cafe'de mini bir atıştırmadan sonra 


yeniden Montrö'ye doğru yola çıkıyoruz. 


Vevey'den geçerken good food, good life diyen Nestle'nin merkez binasını görüyoruz. 


Montreux girişinde ise bu heybetli otel karşılıyor. Üşenmedim Booking'den fiyatına baktım şimdi. Göle bakan odada iki kişi için gecelik konaklama ücreti bin lira civarında. Yok suitte kalacağım dersen 3 bin lirayı gözden çıkarman gerekiyor. 


Arabayı park ettikten sonra denk geldiğimiz süs havuzunda Buddy şakır şakır suları yalıyor.


Göle doğru iniyoruz. Bir yolcu vapuru henüz çözüyor palamarını ve kalkıyor.


Ay tüylerim diken diken ya. Tam şu an, Bohemian Rhapsody çalıyorum. Freddieciğim, canım benim, senin gibi bir tane daha gelir mi acaba? Bir adamı sahnede dinleyemeyecek olmanın acısı başka birinde daha hissedilir mi? 


1996'dan beri orada öyle dikiliyor. Normal koşullarda yöresinden bile geçemeyecek olan biz faniler ise kankamızmış gibi pozlar vermekten geri kalmıyoruz. İnsan ölmeyegörsün kardeşim. 


O saatlerde Leman kudurdu. Güzelliğine bak. 


Havayı iyice karartmadan Chillon Şatosu'na gitmemiz lazım. 


Arabadan fotoğraf çekiyoruz yine. Viyadük yola bak, ne acayip...


Upuzun kilometreler boyunca bu yol böyle evlerin tepesinden, 


hattâ gökyüzünden akıp gidiyor.


Evet ağaç kesmemişler ama böylesi de çirkin. Şunu düşünüyorum; yol demek bir nevi doğa katliamı demek lakin bunu da yapmadan olmuyor. Al işte adam ağacı korumuş ama yine güdük, yine gudik, yine ... sen uydur oraya içinden geleni... 


Chillon Şatosu bu. Montrö'ye yakın. Fotoğrafı internetten aldım. Hakkını helal etsin. 


Ev Bezgini'ni takip ediyorsan huyunu suyunu da bilirsin. Bu kadın ömrünü müze gezmekle çürütmez, sevmez çünki. Adını söyleyemediği içkileri içmez, pahalı yemekler yemez. Hayatın izini sokakta arar. 
Fakat kardeşim bu şatoya vuruldum ben. Saatlerce içinden çıkamadım. 


Chillon, İsviçre'nin en çok ziyaret edilen tarihî mekânıymış. Hakkıdır. Giriş ücreti 12.5 İsviçre Frangı. O da hakkıdır... 


Şatoda kızları kaybettim, tek takılıyorum. 


Bu girişi...


Girişte, çağını yansıtan kıyafetleriyle bu kadın karşılıyor.


Galiba bir etkinlik var ve bu kılıktakilerin sayısı giderek artıyor. 


Şatonun içine girince


ilk dikkatimi çeken pencerelerden gölün görüntüsü.


Çünki su şıpır şıpır duvarlarını yalıyor ve bu konumu sebebiyle 1000'li yılların başında inşa edilen şato, kuşatmalarda hiç teslim olmamış. Anca antlaşmalarla el değiştirmiş. 


Merdivenli geçişlerle bir odadan diğerine, büyülü bir dünyada geziyor gibiyim. 


Ay eşya da oracıkta öyle duruyor. 


Kap kacakları,


yatakları, döşekleri aynen yerinde. 


Bu figürlerle o zamanın askerlerini anlatmaya çalışmışlar. Bu zırhla, adamın bi yeri kaşınsa kafayı yer ha... 


Chillon, anakaraya çok yakın minnacık bir ada üzerinde.


O bet yol, şatonun böğründen de işte böyle geçiyor. 


Böyle acayip dehlizler ve 


duvarlarda freskler var. 


Yukarı doğru çıkıyorum. 


Şatonun en yüksek burcunu ve manzarayı merak ediyorum. 


Ama bu o kadar kolay olmuyor.


Bir sürü dar, 


dik, 


acayip merdivenden sonra 


en üstteki karanlık odaya ulaşıyorum. Ay bismillah. Benden başka kimse de yok. 


O en üstten bakış böyle. 


Bu da avlunun görünüşü. 


Şatonun tepesindeyken yalnızım ya bana bi korku geldi, ay ben koştur Allah aşağı indim.


Ve girişe indiğimde tırstığımı tabii ki kimseye çaktırmadım. 


Bu Yunan arkadaşlar fotoğraf çekmemi istedi. 


"Siz de bizimkini çekeceksiniz" diye şart koştum. 


Bi de selfi çekip adamları yolladık.


Chillon'un minnacık bi iskelesi var. 


İşte o iskelenin üstünde çok saatler daha geçirebilirdim. 


Hoşçakal Chillon. 
İçimden bir ses, tekrar görüşeceğimizi söylüyor... 


İsviçre'deki beşinci günümüzde plan yine evvelden belliydi, bu kez şehir merkezi gezilecek... 


Bugün arabayı çıkarmadık, toplu taşımayı tercih ediyoruz.


Tramvayın son durağına bak. Haber bültenlerinde okumaya alışık olduğum Cern'ü karşımda bulmak!


Yolda bu dilenci kadın yanaşıyor. Fotoğrafını çektiğimi görünce gülümsüyor. Yunanistan'dakiler nasıl çemkiriyordu hatırla. İtalya'da ise yüzlerini hiç göremiyorduk, yere kapaklanmış dileniyordu hepsi. 


İndiğimiz durakta çantasına Akbil'ini yerleştiren bu kadın ile karşılaştık. Eminim, Akbil'di. 


Şimdi ilk durak Plaine de Plainpalais'deki bit pazarı.

 

Bu pazar, her Çarşamba, Cumartesi ve  ayın ilk Pazar günü kuruluyor. 1970'ten beri böyle, değişmez. 


Sabunlar, 


içki takımları, 


abooo türbanlı bacılar, 


eski plaklar, 


masklar, 


bisikletler ah daha neler neler var bu pazarda... 


40 yaşından büyük bu palyaçoya sahip olmayı ve bir sürü çocuğun anısıyla birlikte onu alıp Türkiye'ye getirmeyi çok istedim ama fazla para talep ettiler. Bıraktım. 


Ben de 3 Frank verip


1953 tarihli bu porseleni aldım. Nil'in piyanosunun üstünde şimdi.


Evrim, "Bak bak deli gidiyor" dedi. Anaaa, bi baktım bu adam. Hemen peşine koştum. "Bi fotoğraf çekebilir miyim" dedim. "No no no" diye kaçtı. Bak gerçekten korkunçtu. 


Abinin adı Etienne Dumont. Bunun anası babası, bu genç yaştayken ölünce, buna dur diyen olmamış. Bu da almış yürümüş. 


Bi selfi yapamadım kendisiyle, gerçekten üzgünüm. 


Cenevre, entel bir şehir. Öyle eller havaya mekânı aramadım ama sanırım bulmak da zor. Üstteki Büyük Tiyatro.


Deniz olmayabilir ama Avrupa'da göller, nehirler şehirlere can katıyor. İşte Leman'a kavuşan Le Rhône üzerindeyim şimdi. 


Ay avukatın tabelasına bak! 
Avukat di mi o?


Bu Saint Pierre Katedrali. 12. yüzyılda yapılmış. Altında daha eski kiliselerin kalıntıları var. Niye? Çünki kutsal toprak hep kutsal ve yeni bina eskisinin üzerine yapılır inancı var. Ayrıca katedralin altında bir yeraltı müzesi varmış, ben görmedim. 


Altını görmedim ama içine girdim.


Fakat Allah'ın bildiğini senden saklayacak değilim, çarşı pazar gezmek, katedral gezmekten bin kat ilginç bana göre.


Bak mesela bu Manor. Cenevre'nin Yeni Karamürseli


Önünde bisiklet taksi.


İçinde envai çeşit çikolata.


Şunun boyuna bak. Esin'in elinden biç. 


Sabunlar...


Ah-haa, markaya bak, Ottoman... Duş tuzları galiba bunlar. 


Etler...


Kuşlar...


Şaraplar... 


Ay her biri ayrı dünya. Çok merak ediyorum başkaları ne yiyor, ne içiyor, nasıl kokuyor, nasıl pişiriyor...


Sokakta yine kaka kumbarasına denk geldik. İtler için olan hani.


Sonra acıktık. Bir parka yayılıp


marketten aldıklarımızla karnımızı doyurduk. 


Parkta abiler böyle satranç oynuyor,


gençler de böyle güneşleniyordu. Ne kadar Türkiye'ye benzettim bilemezsin (!)


Cenevre kent merkezine doydum desem yalan olur. Aklım onda kalarak evin yolunu tutuyoruz. 


Ertesi sabah yolumuz dağlara doğru olacak.


Buddy'yi çişe çıkarmaya gönüllü oldum. 


Mont Saleve'e çıkarıyor bizi bugün. 


Cenevre'nin güneyinde, yarım saatlik mesafede bir dağ burası ve tabii ki Fransa'da yine. 


Dağın serinliğine aldırmadan yine arabanın üstü açık gezdik.


Teleferik kullanmadık ama hadi yumurtlayayım şimdiden, 2015'te, Mart'ın 12'sinde yeniden Cenevre'ye gidiyorum. Bu kez karlı dağların üstünde teleferikle cirit atmayı düşünüyorum. Ha evet bildiğin cirit. Türküm ya. Ahahaha. :) 


Yol boyunca etraf yemyeşil. 


Bisikletliler dağlara tırmanıyor. 


Yürü, yürü, hadii diye Türkçe gazlıyorum adamı. Hadii, bas bas bas... 


Fransa ve İsviçre'nin dağları yeşil olduğu kadar hayvancılıkta da hiç boş değil. Yer gök bunların çıngırakları ile çınnn çınnn ötüyor. Dağlar bildiğin ötüyor... 


Saleve'de en sonunda tepedeki bu kafeye kurulduk.


Bu biradan içtik. Tadı sodalı gibiydi. 


Oh dağ güneşine karşı kedi gibi gerindim...


Sonra ben orada bir gaza geldim. Belime şalımı keşan gibi, kafama da yemenimi bağlayıp, Facebook'tan "Rize'nin yaylalarını, Fransa'nın Alpleri'ne getirdim" diye paylaştım. Benim için yılın en sevilen fotoğraflarından oldu. 


Dönüşte bu yeşil halıdan yapılma yeri görünce biz bir kudurduk kardeşim... Evrim'e dedim ki, "Bizi burada indir bacım, biz yuvarlana yuvarlana inelim, aşağıda toplarsın takımı"


Ağıldan çayıra ilk kez çıkmış buzağılar gibi şendik.


Avaz avaz bağıra çağıra o çayırdan aşağı koştuk. 


Bak, hayatta içinden geçen hiçbir şeyi erteleme... Koşmak istiyorsan koş! Sevinecek bir şeyler mutlaka bul. Her şeye sevin... Ödev bil bunu kendine. Büyük bir ciddiyetle şımar.
Düşün bak bunu.


Ve son gün, ne çabuk geçti... Ayın 15'i oldu bile. Yola hazırlanıyoruz. Kırmızı rujlu kafa dibimde. 


Hoşçakal Cenevre... Bize iyi davrandın...
Hoşçakal evimiz, güzelsin sen.


Limana gitmek için şehir merkezinden geçmek gerek. İşte dünyanın en büyük fıskiyelerinden, ecnebice adıyla Jet d'Eau. Kısaca Jet. İki pompasıyla saniyede 500 litre suyu 140 metre yükseğe püskürtebiliyor.  


Burası Palais de Nations. Yani Birleşmiş Milletler binasının bulunduğu meydan. Bu, bir ayağı kırık sandalye, dünyanın adaletsizliğini anlatıyormuş.


Adaletin batsın dünya, aha böyle ters bakıyorum sana. 


Melekler bir dilek tut dese


dünyanın bütün milletleriyle barışık oğlumun burada çalışmasını isterdim. Amin...


Uçağa biraz erken geldik. Gecikme korkusundan hep. Bak yukarıda ne yazıyor: Kiss & Fly... Bayıldık. 


Liman da bomboş... Check in falan o işleri halledip 


haylazlık yapmaya giriştik.


Allah affetsin, duty free'de en az 50 çeşit parfümü ayakkabılarımıza kadar sıktık.


Bunu daha önce niye yapmadığımızı düşünüp hayıflandık. Bütün kadınlar güzel koksa, dünyada savaş çıkmaz. Savaşı çıkaran erkek kafası. Onların aklını başından almak lazım. 


Böyle tersinden baktırmak lazım sonra da ahahahaha... 


Ay biz yine acıktık...


Kola, tost falan gibi dandirik yemeğe kişi başı 21 Euro ödeyince


bir daha yanımıza billahi ekmek peynir alacağımıza dair yemin ettik. 


O kadar şımardık ki uçakta pilotu da görünce, "Ay hiç pilotlu selfim yok, buyurmaz mısınız" diye Pegasus'un kaptanı ile bu pozu verdim... 


Hoşçakal Cenevre... Martta yine sendeyim... 


Selamünaleyküm Pendik, biz geldik... Yarın sabah 10.00'da yeniden uçarak bu kez Dalaman'a gideceğiz. 


Aaaaaaa, dur dur dur bismillah o da ne!

Uçaktan iner inmez pasaport kontrolünde gözaltına alındım!

Çok güldük, ağlamayalım derler ya, tamamen öyle... Neden gözaltına alındım, ne kadar yattım, çıktım, ne oldu? Merak ettiğin her şey kısa süre sonra yazacağım Dalaman-Fethiye-Göcek ziyaretimde... 

AZZZZ SONRA!
Çarşamba, Aralık 31, 2014 tarihinde yazıldı.

6 yorum:

  1. Merakta bıraktınız bizi o nasıl bir son oldu amaa :(
    Aklımızda bizimde cenevre var çok guzel bi rota olmuş bizim içinde.
    Seviyoruz sizin bloğunuzu ana kız
    sevgiler^^

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Şimdi gülerek anlatıyorum ama o gün çok canım sıkıldı. Ayrıntılarını yazıcam yakında. Çok öpüyorum sizi analı kızlı. :)

      Sil
  2. Geçmiş olsun diyelim, bir gün öğreniriz nasılsa polis maceranı... Nasıl olsa cool (ağırbaşlı, serinkanlı) davranmışsındır sen... Bu arada aşkol kaşkol diyelim, Fethiye' ye geliyorsun, haber etmiyorsun :)

    İsviçre Alplerine en çok kızımla benim sevdiğim şarkı yakışır herhalde...
    http://www.youtube.com/watch?v=5Bqg1j7zhUk

    Homeros7

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bana lazım gelen yerde "ağırbaşlı" oluyor gibi sanki değil mi? :)

      Ve benim en sevdiğim şarkıyı çaldın. İnan o bayırdan aşağı yuvarlanırken ben de "Heidiiiii Heidiiii" diye çığlıklar atıyordum.

      Fethiye orada. Yine gelirim. Sen de gel.

      Sil
  3. eğlenceli bir yazı olmuş:) birkaç hafta önce buypasa.com dan biletimi ayırıp, tüm hazırlıklarımı yapmıştım. ama son anda iptal etmek durumunda kaldım. sizden de aldığım gazla tamamlayacağım yarım kalan işi bu kez:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Cenevre'de bi numara yok Unal. Şu an da Cenevre'de havalimanindayim. Dag bayir gezeceksen tamam da sehir ruhsuz. Fransa'ya git mis gibi... Iyi tatiller.

      Sil