BİSİKLETLE SIRBİSTAN


Allah bizi iyi ki böyle yaratmış. Yani iyi ki, sigortalı/sendikalı bir işimiz olsun, taksitle bi arabaya girelim, mezarlık vadeli bir ev alalım diyenlerden olmamışız... 


Eğer öyle olsaydık, şu manzaraya karşı Baja'da oturup Tuna'ya bakamayacaktık... 



İçimize dolan yaşama sevinci ile şu Macar dayının güneşe döndüğü sırtını kaşıma hevesiyle yanıp tutuşamayacaktık... 



İşte bu ve benzeri sebeplerle Ev Bezgini ve onun okurları, birbirini hiç görmeseler de hurufatın ve suretlerin bir araya geldiği şu pek samimi sayfalarda hayatın zerresinin ne denli kıymetli olduğunu anlar, anlaşır ve anlayışla karşılar insana dair olan biteni... 


Bizim dün kıçımız ve bacaklarımız çok acıdı ya,

 

işte bu yüzden Tass'dan bir otobüse atlayıp 122 kilometreyi yorulmadan aştık da geldik... 


Nehrin kenarında çayıra çimene yayıldık... 


Ne iyi yaptık. Tıkla, oynasın... 


Millet yüzüyor... 



Ben yüzmem. Su bulanık. Ay içinde envai yaratık vardır... Tuna'nın rengi böyle... 


Fakat, bir gün sevdiceğinle Tuna kıyısına gidersen,



 ki dilerim gidersin, 



sakın ha şapşik şapşik, "Ay bu ne kadar bulanık böyle" deme... "Masmavi akıyor di mi sevgilim" diye fısılda kulağına... 


Çünki, eğer âşıklar Tuna'ya bakarlarsa birlikte, sahiden âşık olana mavi görünürmüş güzelim nehir...


Baja, Macaristan'ın en güzel yerlerinden. İnsanı yaşadığı memleketten soğutan Macaristan'ın zaten çirkin yeri yok.



Oraya vardığımız akşam, yine Lidl marketten (ben buna Alman BİM'i diyorum) aldıklarımızla nehir kenarında karnımızı doyurduk. 


Lakin şöyle bir şey oldu... Biz markete giderken dopdolu olan sahil, döndüğümüzde bomboştu... 


Meğer sivrisineklerin pike yapma saatiymiş. Bizi anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan gelene dek şişlediler. Gâvurun sinekleri! Bismilsiz piçler! 



Bu da bize ders olsun, bi daha gün batarken dere kenarında tünemeyelim gerzek tavuklar gibi diyerek, kaşına kaşına pansiyonumuzu bulduk... 


Bunlar pansiyoncunun kızları... Sabah Baja'dan ayrılırken, kızlara Macarca bisiklet dedirtme etkinliği yaptık...



Baja'da pansiyona ve içtiğimiz sıcak biralara 32 buçuk Euro ödemişiz. Çok!



Baja'dan çıkınca bastık pedala. Hedefimiz bugün başka bir ülke, Sırbistan... 



Meyvelerin türü biraz değişti yolda. Kayısı görmeye başladık mesela çokça. Haram Turizm, ağaçlara burada da gururla daldı...



Yolda susadık musadık bi benzinciye daldık... İştahla dondurmasına dalan bu kızçe, benzincide çalışıyor. 


Siz var ya ne kötüsünüz siz! Bizde bi kasaba benzincisinde şöyle bi hanım kız çalışsa etmediğini bırakmaz, illaki bi bıyık burarsınız... 



Macaristan bitmek üzere. Biraz bozuluyorum. Çünki sahiden burası benim şu hayatta en sevdiğim ülke... 



Heriflerin köy mezarlığında bile bisikletler için park yeri var... 



Sevdiceklerini çiçekler içinde uyutuyorlar... 



Tam Macar-Sırp sınırında bir kule bu. Baz istasyonudur belki. Böyle kamufle etmişler... 



Burası Hercegszanto... Macaristan'a veda ettiğimiz yer... 



O turnikelerden geçince Sırp tarafına doğru gidiyoruz. Macar tarafında nazik ve çok güzel bir sarışın polis kız vardı. 



Sırp tarafına bi geçtik ki bu öküz postallarını masanın üstüne kaldırmış, gazetenin magazin sayfasını okuyor. Aaa bi baktım haberin birinde Mustafa Sandal var... Başladım "Aya benzeeer yüreğim" diye buna şarkı söylemeye... Öyle bi lafa tuttum ki salağı, terörist olsam yine de geçerdim o sınır kapısından. 


Yusuf da geyik meselesinde benden az değil. Tıkla. 


Kapıdan geçince evvela Bezdan'a girdik... 



Allah affetsin Bezdan'da da çok haram yedik... 


Ama pardon da göz hakkı diye bir şey var karşim hayatta... 


O sırada yoldan bir hurdacı geçti... Yemin ederim bu videoyu her izlememde gülmekten ağzım burnum yamuluyor. Lütfen tıkla... 




Şimdi biz Avrupa Birliği topraklarından  çıkıp sıradan bir memlekete girdik ya, her şey nasıl da değişti. Buyur bak otobüs durakları ağlıyor. 


Asfalt desen inim inim inliyor. Sorsan E 6 burası da... Ama inan bana bisiklete binilecek gibi değil...


Bu ara bu köpeciklerin öfkesine de maruz kaldık ama ben biraz köpekçe bildiğimden meseleyi barışçıl yollardan çözümledik... 


Neyse sınırdan sonra basa basa Sombor'a vardık...


Burası Sombor'un meydanı... Bu dayı faytonu ile insan gezdiriyor. 


Bu dayı da bisikletle torununu. Fakat öldür Allah, İstanbul, Stamboli, İstantinopol, Constantinopol, Türkiye, Turkey, Turkiya falan ne dediysem, benim hangi memleketten geldiğimi bir türlü anlayamadı. 



Ulan daha nasıl anlatayım! En iyisi, şu enfes meyveli yoğurtlu dondurmalardan lüpleteyim... Sombor'da buna bayıldım.



Ucuz ucuz pizzalar da tamamdır... 



Ve enfes bir ucuz pansiyon da bulup devrildik...

 
Devrilince bi baktım, Viyana'da düştüğüm yaranın yarığı iyice kapanmaya yüz tutmuş... 



Burası da o pansiyonun bahçesi...



Ertesi sabah kalktık. Yine bir sokak kahvaltısı ile güne hazırlandık... 



Bunlar milföy hamuru gibi bir şeyden yapılıyor. Sıcacıkken yemelisin. İçi peynirli. Ağlarsın! Ağlamazsan zaten bizden değilsin... 



Bugün niyetim, rotadan biraz sapıp Backi Monostor'a yani batıya doğru sürmek... Niye? Çünki orada Liberland var. Kendime söz vermiştim: Sanal devlet Liberland'ı ziyaret eden ilk Türk ben olacağım... Bir sonraki yazıda Liberland maceramı anlatana dek lütfen buralardan ayrılma...


Ben de sana o sırada güzel bir şarkı çalayım... Mesela, The Talking Bugs'dan I Don't Know why...



















Pazartesi, Aralık 07, 2015 tarihinde yazıldı.

0 yorum:

Yorum Gönder