Aşk deyince aklına Paris, Londra, Venedik ya da başka bir yer geliyorsa, bir de Agra'yı, Tac Mahal'i gör. Şimdi bütün şehirler susacak, aşkı Agra anlatacak.
Agra'da yapılacak en mühim iş Tac Mahal ziyareti. Çok erken uyanmak gerek. 07.00'de rehberimiz ve şoförümüz gelip alacak. Uhh, şubat ortasında karpuzlu kahvaltı.
Tac Mahal girişinde bilet kuyruğu. Biz girmiyoruz. Parayı verdik, rehber alıyor.
750 Rupi. Turistlere... O da güzel hatrımız için. Yani bizim parayla 30 Lira'ya yakın. Şimdi kurlara bakıp bana küsuratlı düzeltme yollama. Yuvarlıyorum ben.
Otomobiller Tac Mahal'e doğru belli bir bölgeye kadar girebiliyor. Sonrası bu araçlarla.
Sabah serinliği var. Kendimi göstermiyorum. Sabah sabah şişmişti suratım. Açılırım birazdan.
Vuuuu, Tac Mahal'e bir vardık ki, ana baba yeri.
Dibinde beklediğimiz duvarın üstünde maymunlar cirit atıyor.
Bütün turist takımı heyecanlanıyoruz. Halbuki onlara, bize kedi köpeğin olduğu gibi normal.
Bu dayı, girişteki tenteleri alttan sopayla dürtüyor. Çünki maymunlar püskevit, kraker falan almak için bize dadanıyor.
Kadınlarla erkekler ayrı sıralara giriyor. Çok ince aramadan geçiriliyoruz.
Kadınların aranması işi erkeklere göre daha alengirli. Çanta manta var ya, ondan. Benim selfi çubuğum aramaya takıldı. Rehber, kapıdaki hediyelikçilerden birine emanet bıraktı.
Turnikelerden sonra bu bahçeye giriyorsun ve
kapıyı geçtikten sonra Tac Mahal'i iyice merak ediyorsun.
Derkeeen... Bismillah!
Bu nedir ya hu!
Bakma sen benim kadınsal kaygılarla süslü pozlar verdiğime...
Fotoğraflarda gördüğün gibi değil sevgili arkadaşcım. Kalakalıyorsun. Büyülü, müthiş bir atmosferi var.
Ata, rehberi dikkatle dinlerken, kendi bildiklerini eklemekten geri kalmıyor. Budapeşte'de de bahsetmiştim. Avrupa ve Osmanlı tarihi dedin miydi, bir İlber Ortaylı'yı ağzım açık dinlerim, bir de benim paşalar paşası oğlum Ata'yı.
Ben de şimdi rehberden ve Ata'dan kaptıklarımı gel sana satayım.
1600'lü yıllarda harita böyle. Hindistan'ın yerinde Türkler'in kurduğu Babür İmparatorluğu var. Osmanlı ile arasında Safeviler. Osmanlı nedense Hindistan tarafına bakmıyor bile.
Bizde IV. Murat padişah, onlarda ise Şah Cihan. Karısı Ercümend Mümtaz Mahal. Şah, Mümtaz'a deliler gibi âşık imiş. 1613'ten 1631'e kadar hatunu 13 kere doğurtmuş. Vicdanın kurusun Cihan! Boyun devrilmesin...
Mümtaz da artık, o da deli gibi sevdiğinden mi yoksa adam istediğinden mi bilinmez, seferlere kocası ile gidermiş. Yine böyle, bu karnı burnunda 9 aylık hamile iken sen adamın peşine takıl, sefere git, 14'üncü bebeyi çıkarırken cart diye ölüvermiş.
Ruhuna El Fatiha... Sünni Müslüman bunlar tamam mı...
Cihan demiş ki, "Tez vakitte Yamuna nehrinin kenarına karım için anıtsal bir türbe inşa edile. Taşları kaymak gibi mermerden ola, duvarları rengârenk çiçeklerle süslene, devr-i âleme, büyük aşkımı kanıtlayacak ihtişamda bir bina dikile!"
Şah'ın etrafındakiler demişler ki, "Aman cihan şahımız, atamız dedemiz sarı taştan binalar yaptıydı. Şimdi 350 kilometre öteden mermer taşımak zordur. Çiçek istersin, onlar ta nerede var bilir misin? O kadar büyük türbenin altında biz de kalmayalım! Az daha ufarak ve sarı yapıversek şunu?"
Şah şöyle bir düşünmüş...
Adamlarını aşağılayan nazarlarla süzdükten sonra...
"Aynen dediğim gibi yapıla ulaaannn!" diye kükremiş. Sonra da eklemiş: "Ben bu dünyanın en zengin adamı değil miyim lan dingiller?"
"Siz beni cümle âleme maymun mu edeceksiniz bre akılsızlar, gelen geçen ağzını tavana kadar açar da bana güler sonra. Para benim değil mi kaarşiim?" demiş...
Adam haklıymış beyler. Bu nehrin kenarına bir türbe yapmışlar ki,
aynı zamanda camiymiş de burası...
Tac Mahal, dünyanın 7 harikası listesinde yerini hep korumuş.
Minarelerini dışarı doğru 92 derecelik açı ile yapmışlar. Zelzelede içeri devrilip ana binayı kırmasın diye.
Tabii bu akıllar yine hep kimden?
Osmanlı'dan şekerim. Tac Mahal'in mimarları, Mimar Sinan'ın öğrencileri Mehmet İsa Efendi ile Mehmet İsmail Efendi. (Yuh resmen hamaset yaptım. Oh içimden geldi)
Binanın çevresinde Yasin Suresi yazılı, bunu yazan ise Hattat Serdar Efendi. Bu renkli bitki bordürü var ya, güneşte cayır cayır yanıyor. Altın renkli simler var içinde. Renkli taşlar Belçika'dan İtalya'dan, Çin'den, Afrika'dan getirtilmiş.
20 bin işçi, taşçı, oymacı 20 yıl çalışarak binayı tamamlamışlar. Bu sandukalar Cihan ile Mümtaz'a ait. Fotoğraf çekmek yasak(tı aslında burada)
Tac Mahal, bazı gecelerde Ay ışığında da ziyaret edilebiliyor.
Şu dakka biri bana dese ki, "Kalk kız bilet var, gece Tac Mahal'i görüp geleceğiz" diye, zerrece düşünmem, atlar giderim. Ne koku, ne açlık, ne başka bir şey gelir aklıma. Tac Mahal'den o kadar etkilendim. Billa bak.
Ay bi de bu tipler var, Pisa Kulesi'ne parmak atan, Tac Mahal'i kulağından çeken... Klişenin üstüne kusan cinsteniz, Allah affetsin.
Tac Mahal'den çıktık. Agra Fort diye bir yere gidecekmişiz. Yoldaki askerlere sarıyorum.
Çok gevşek görünüyorlar. Üstelik o gün Katar Emiri mi ne gelecekmiş Tac Mahal'e. Yani bunların en süslü,
en tören kıtası hâlleri bu. Ya hu, çekirge sürüsü gibisiniz, askerleri genç adamlardan tutsanıza.
Bu arada Hindistan, maymunla birlikte sincap kaynıyor onu da söyleyeyim. Lakin sincaplar minnacık, mandalina kadar. Evet abarttım.
Agra Fort'a giderken rehberimiz bizi taş işçilerinin atölyesine götürdü.
Kaşımızın gözümüzün hatrına değil tabii ki...
Bu parçalardan alalım, o da hanutu kapsın diye.
Fakat var mı bizde o göz? Biz de Sultanahmet/Kapalıçarşı görmüş çocuğuz haddizatında.
Ama etkilenmedik değil... Bu mermerleri elle oyup
yaprak yaprak taştan çiçekleri içine monte ediyorlar.
Taşçıların atölyesinde masala çayı ile tanıştım. Sütle yapılıyor. İçinde çay, zencefil, tarçın ve karabiber var. Şahane...
Yolda bi arabada bisikletli flama gördüm. Sordum bizim rehbere bu nedir diye...
"Bizim eyaleti yöneten partinin amblemi" dedi... Ay yerim ben onu...
Bu da bisikletli partiden Uttar Pradesh eyaletinin başkanı Akhilesh Yadav. Adama bayılıyorlar.
Ben de...
Sırada Agra Fort var, yani Agra Kalesi...
Burada da maymunlar karşılıyor.
Bak kalenin girişindeki güvenlik sistemine dikkat et. Bu kanal su dolu olurmuş, içinde timsahlar yüzermiş. İlk sıra surların içindeki koridorda arslanlar, kaplanlar gezermiş. Düşman da surlara biraz zor geçermiş!
Rehber Azhar anlatıyor, Ata'nın kafa tıkır tıkır kaydediyor. Ben hep unutuyorum. Azhar Müslüman bu arada.
Kalenin girişi rampada. Efendim işte düşman baskın verirse buradan aşağı kaya yuvarlıyorlarmış. Duvarlardan aşağı da kızgın yağ.
Kadınlar yine rengârenk. Alınlarında kırmızı nokta yani bindi var. Hindu dinine inanan kadınlar için evli olduğunu gösteren bir simge bu. Erkekler de iki kaşının arasını boyuyor. Onun adı da tilak.
Azhar kalenin planından anlatıyor.
Ben yine laylaylomdayım ama bu kalenin öyküsü de dramatik be!
Tac Mahal'i yapan Şah Cihan var ya,
hah işte onun Evrengzib ya da Alemgir diye bir oğlu var, bu tipsiz. Babasına isyan edip hır çıkarıyor genç yaşta. Cihan da bunu dedesinin yanına gönderiyor. Dede ölünce bu yedi bela geri geliyor. Vakti gelince de babasını tahttan indiriyor. Diyor ki, "Bu benim baba Şah Cihan, Mümtaz Mahal ölünce kafayı kırdı, aşk acısından ne halt ettiği belli değil, bu devlet mevlet yönetemez, bunu kapatın Agra Kalesi'ne..."
Alıp adamı orada bir kuleye kilitliyorlar...
Şah Cihan, ömrünü Mümtaz'ın yanına gideceği günü bekleyerek ve bu manzaraya bakarak tamamlıyor. Ay çok fena be. Hayın Alemgir, pis...
Tac Mahal'in bembeyazı varsa, Agra Kalesi'nin de müthiş bir kıpkırmızısı var.
Taşı dantel gibi oymuşlar...
Bu ayılar da duvarlara ismini...
Azhar hararetle anlatmaya devam ediyor. İngilizceleri böyle hindi gibi gulu gulu... Ağızlarının en önünden artiküle ediyorlar. Alışık değilsen anlamak güç.
Ata, yurt dışında değişik ülkelerde çalıştığı gençlik kamplarından ötürü daha kolay anlıyor.
Ben yine yata yuvarlana tonla fotoğraf çekmenin derdindeyim.
Aynı zamanda Tac Mahal'e bakıp Cihan'ın gamını da yok yere sırtıma yükleniyorum. Ay adam ölmüş gitmiş, dertlenme bu kadar değil mi yani...
Ata da üzülüyor. Yavuz Sultan Selim de babasını böyle indirmişti diye, bizim hikâyeleri anlatıyor.
Bir de Yavuz Sultan Selim'in İranlı Şah İsmail ile mektuplarına getirdi ki konuyu, bak yeminle altına kaçırırsın gülmekten. İnşallah tez zamanda İran'a giderim de, o mevzuya orada gireriz.
Agra Kalesi'nde gezmeye devam ederken
aaaa, Budist rahipler monklara denk geldik. Hep çok merak etmişimdir bu adamları. Derhal aralarına girip fotoğraf çektirdim.
Sonra Ata, bu dayının kulak kıllarını işaret edince, yanaşıp bi selfi çaktım. Ne bilsin kıllı kulakları size gösterip makara yapıcam! İnsan sandı beni.
Ay bu kadının mavisine hasta oldum.
Ve Agra'nın iki ihtişamlı yapısına da... Agra Kalesi'ne veda vakti...
Azhar'a dedim ki, "Ay lütfen beni sokaklarda gezdir. Yol iz bilmeyiz biz, sahip çık da dolanalım"
Öyle de yaptık. Heyecanlıyım...
Turistlere ve beyaz kadınlara büyük bir merakla bakıyorlar. Ben zaten sokulgan insanım, sarılıp sarılıp fotoğraflar çektiriyorum.
Sokaklarda yer gök motor ve bisiklet.
Batıda trafik bilincinin simgesi bu araçlar,
sanırım burada fakirlikten zaruret. Fakat bu acayipliğin içinde müthiş bir estetiği var. Hem de her şeyin.
Hem yük hem insan taşımada bisiklet de kullanıyorlar.
Caddelerde her tür araç var. Bisiklet, motor, otomobil, tuktuk, at arabası...
Acayip pis ve tembeller. Hindu inanışına göre cehennem aşağıda, dünya ortada, cennet en üstte. Cennete çıkmayı hak edemeyenler hop cehenneme geri atılıyor, oradan yeniden dünyaya. Sanırım bunlar üç beş tur dönüp, "Lan nasılsa yukarı çıkamıyoruz" diye dinden imandan hayattan dünyadan umudunu yitiren tipler. Bu pisliği başka neyle açıklayabilirsin ki?
Memlekette her tür nimet bol. İklim güzel. İngiliz keriz mi, senelerce yok yere sömürsün burayı?
Al... Bunlar yine masum sinekcikler. Dur ben sana daha neler göstereceğim.
Yolun iki yanında kanallar var. Kanallardan böyle boklu sular akıyor. Billa...
O kanallar yer yer böyle kapalı, yer yer açık. Koku bildiğin gibi değil.
Bunca pisliğin içinde, böyle de bir estetik kaygısı var. İnsanın aklı almıyor. Sokak kınacısı.
Al bak, bunu bi izle...
İnekler caddelerde salına salına geziyor. Hep dalga geçeriz ya ineğin burada kutsal olmasıyla. Vallahi çok naif bir açıklaması var. Hinduizmde 300 milyon tanrı var. Bunların 38'i mühim tanrı. Bütün numaralar bunlarda dönüyor ve bu 38 tanrının her biri, ineğin bir organını oluşturuyor. E hâliyle inek yenmiyor, itilmiyor, kakılmıyor, sövülmüyor, dövülmüyor.
Yani, bu dünyanın en güzel şeyi Hindistan'da inek olmak.
İnek di mi bu? Erkek olabilir mi?
İnekler bu kadar çok olunca, yerden gökten süt akıyor. Sütü seviyorlar. Peynir ile işleri yok ama. Yoğurt da favori listelerinde.
Büyük bir iştahla fotoğraf çekmeye devam ediyorum.
Üstteki sarı tuktukun kaptan köşkü burası...
O arada Hollanda ile yazışıyorum. Arkadaşım Funda Müjde'nin annesi ölmüş, hay Allah ya...
Yol kenarında çamaşır yıkayan bahtsız kadınları,
alışveriş poşetindeki Dünya Güzelleri,
ayy korku filmi karakteri gibi insana yapışan dilencileri,
kamyonların aynalarında seyahat eden maymunları,
araçların sırtına asılan adamları,
adamların sırtındaki kadınları,
ama rengârenk kadınları,
çiftçi kadınları ve oğulları,
dev tanrı heykelleri,
anlamakta zorlandığımız ritüelleri,
durmadan öten kornaları,
kopuk parmakları ve
ve işte her şeye rağmen kocaman gülen gözleriyle
Hindistan yavaştan kendini sevdiriyor.
Azhar'dan ayrılıyoruz. Yolumuz Jaipur'a doğru. Yarın başka bir rehber gelip kenti gezdirecek.
Bak, Delhi'den başladık, Agra'ya indik, Jaipur bu bölgedeki son durağımız. Altın Üçgen dedikleri bu.
Şoförümüz Ashok'a karşı, şu yazıyı yazarken bile muazzam bir merhamet ve sevgi besliyorum. Müthiş bir genç adamdı.
Yine son derece dikkatle, Jaipur Ramada'ya getirdi bizi.
Ohh, otel sabun kokuyor mis gibi.
Çok seviniyorum buna...
Minibardan bir bira ısmarlıyorum kendime. Bizim parayla 5 Lira yazıyorlar. Upucuz.
Sonra restorana inip tertemiz açık büfeden
mis gibi lezzetli yemekleri
2 bin 632 Rupi'ye mideye indiriyoruz. 1000 Rupi 40 lira kadardı hani, buradan biç...
Bu da kahvaltı. Buna para ödemedik. Konaklamaya dahil.
Bak sosisler hep tavuktan. İnek yemiyoruz ya, demin anlatmıştım.
Eğer gidersen, Jaipur Ramada tamamdır. Mis gibi otel. Beklemediğim kadar iyi.
Kapıdaki dayı ile de vedalaşıp yola çıkıyoruz.
Allah Allah ya, Hindistan hakikaten yavaş yavaş acayip sevdiriyor kendini...
Takipte kal sevgili arkadaşcım, yarın sana, ay sokaklarda yılan oynatan adamları, bindiğim filde nasıl korkudan altıma kaçırdığımı ve Jaipur'u anlatacağım...
Çarşamba, Mart 04, 2015 tarihinde yazıldı.
-alert!- AŞIK OLMAK ÜZEREYİM! -alert!-
YanıtlaSilBöyle açıklayıcı tasvirlere, böyle eğlenceli ve güzel bir kadına, böyle harika bi bloga İTİRAZIM VAR A DOSTLAR!
Bol bol siz.
Bol bol eğlenin.
Hintliler o ağdalı ingilizcelerine "as cute as NURBANU" gibi bi deyim eklemişlerdir herılt.
Sayenizde San Francisco'da "burası bizim semt ya" rahatlığında gezdim. Darısı Hindistan'ın başına.
Bu arada.
Alt alta yazdığımdan belirteyim
Yılmaz Özdil
Değilim...
İYİ GEZMELER!
Bu da kimvurduya gitti. Yine aşksız kaldım. :D
SilEn iyisi yeni bi bilet bakıp, yine yollara sarayım.
Allah cezanı vermesin laynn..Yine acaip güzel olmuş...:)
YanıtlaSilBu da beni öperken ısırıyor...
SilFotoğrafları sen çekeydin bak asıl o zaman nasıl olurdu. :)
Idolumsün kadın!!! Keske bu kadar parayı/zamanı nasıl bulduğunu bilsem de ben de düşsem senin gibi yollara, blogunu okuyunca kendimden geçiyorum!
YanıtlaSilÇok zenginim ben. Büyük büyük dedem, imparatorluk zamanında Mısır Hıdivi idi. Kanlıca'daki Hıdiv Kasrı bizim mesela. Orada oturuyoruz, evet. Atlarımız falan var. Beşiktaş'a atla geçiyorum. Bazan yolda hapşırıyorlar, büyük sorun. Samanlı sümükler insanlara yapışıyor. Zenginlik başa bela demeye getiriyorum. At hapşırması da ne yani? Fakirler bilmez mesela.
SilŞaka len şaka. :) Az paraya çok gezmenin yollarını biliyorum. Ayrıca kurumsal hayattan kurtulacak işler yapmaya başladım. Böylelikle bana YAŞAMAK için zaman kalıyor. Gel takılalım, beraber de gidelim. Öperem.
sen dur el övsün der annem ama dayanamadım, süpeerrrrrr
YanıtlaSilTamam işte, ben durdum sen övdün.
YanıtlaSilŞimdi sen dur ben seni övücem: Çok tatlısın kadın! :)
elindeki makineyle bu fotoğrafları çektiysen makine boşuna ağırlık yapmasın :) haftaya ordayım bak nasıl fotolar çekiyorum :)
YanıtlaSil